I am not Alone

22 Aralık 2011 Perşembe

Veda Partisi Sorunsalı

Erasmus maceraları demiştim.

Maceralar daha gitmeden başladı orası ayrı konu ama anlatırım daha sonra ama, şu an beni rahatsız eden başka bir şey var.

Söz vermiştim buraya yazmayacaktım bir daha sinirlendiğimde. Sözümden dönüyorum. Sinirliyim ulan!

Erasmus'a gidiyorum. Gidecek olan benim. Orada yalnız kalacak olan benim. Tek başıma olacak olan benim.

Sizin benim için götünüzü yırtmanız lazımken, ne hakla veda partisi düzenlemediğim için trip atabiliyorsunuz? Umursayan insanlar bir taraflarını parçaladılar buluşmak için, ne yazık ki onlara bile vakit ayıramadım. Gel gör ki, son anda gideceğim aklına gelmiş olan insana vakit ayırayım.

Herkesin kendi hayatı var. Bu dönem üniversitede hiç olmadığım kadar yoğundum. Yapacak işim olmadığında bile beynimde sürekli iş halletmeye çalıştım. Odamdaki kolonlardan bir tanesi post-it'lerle dolu. Kendisi to-do-list'im olmakta.

2 Ocak'ta gidiyorum. Hiç bir hazırlık yapmadım. Ve paşalar gibi bana emredebiliyorsunuz kalk gel diye. Emrinize amadeyim sultanım. Zaten aslında tek yaptığım iş ne kadar meşgul olduğuma milleti inandırmak.

Gideceğime üzülüyordum açıkcası, her geçen gün daha çok seviniyorum. Özleyeceğim şey sayısı azalıyor.

Zaten yılbaşı zamanlarından nefret ediyorum. Grinch'in 4. kuşaktan akrabasıyım aslında.

Burası da böyle.

Sakinleşiyim diye derin nefes alıp vermeye çalışmaktan diyaframım yoruldu. Sinirimde gıdım azalma yok.

Ciddileşirsem iki saniyeliğine, arkadaşlıklar bu kadar zor olmamalı. Bu kadar yormamalı insanları. En son böyle bir arkadaş draması yaşadığımda hiç bir şeyi açık açık söylememiştim ilgili şahsın suratına. Artık birazcık daha büyüdüm. Arkasından konuşacağıma önce, direkt kendisine anlatıyorum. Ama zeytinyağı her zaman zeytinyağı.



13 Aralık 2011 Salı

Yeni Bir Başlangıç

Merhaba,

Ben Kırmızışın. Sarışın gibi hani.

Hala orada mısınız? Eğer buralardaysınız, benim size yine anlatacaklarım var.

Bu blog'un hiç bir zaman, dert bunalım blog'u olmasını istememiştim. Burası benim eğlence yerimdi. Kırmızışının Maceraları işte. Saçmalıklarımı anlatacaktım burada. Gezdiğim, gördüğüm yerleri. Yaptıklarımı. Bazen becerebildim bazen beceremedim.

2 Ocak'ta Erasmus'a gidiyorum. Biliyorum ki, orada başıma bir sürü iş açacağım. Ve biliyorum ki, sadece arkadaşlarıma anlatmam yetmeyecek.

Gideceğim yer Hollanda sonuçta. Kendimi şimdiden babasının kredi kartıyla şekerci dükkanına giren çocuk gibi hissediyorum.

O nedenle ben geri geliyorum. Buralardaysınız hala, bir ses verseniz ya. Ben de ufaktan mutlu olsam biraz.

Love,
Kırmızışın

27 Ağustos 2011 Cumartesi

...

Sanırım bu sefer gerçekten son post bu. Bir kaç zamandır kafamda olan yeni blog'uma kavuştum. En azından ilk adımı attım. İşte bu da yeni blog'un ilk yazısı:
Kırmızışın'ın Maceraları diye bir bloğum vardı bir zamanlar. Hala var da, nasıl desem soğudum kendisinden. İşlevini yitirdi diye belki de. Ama benim için çok önemli olduğu için değiştirmek istemedim. Şimdi yeni bir blog'a başlıyorum. 
Peki bu nasıl bir blog olacak? Umuyorum ki, sadece hayalgücüme ayrılmış bir blog olacak bu. Yani, istediğim kadar çizgi roman, oyun, manga, anime vs. konuşup fangirl'lük yapabileceğim. Yaşasın içimdeki minimini nerd. 
Sıkıcı mı olacak? Bilmem. Hayalgücüm geniştir ama okuması size kalmış. Açıkçası sizleri eğlendirmekten çok beynimdeki gereksiz bilgileri dökme uğraşındayım. Arkadaşlarıma yazık. Dakika bir, gol bir. 
Basit tasarım bu olacak gibi, zamanla değişiklikler gelecektir elbet. Bilirsiniz duramam pek öyle yerimde. 
Böyle işte, 
^_^
Sevgilerle
Madame Red AKA Kırmızışın
PS: Bu emoticonu kullanmayalı yıllar olmuştu, rahatsız olan arkadaşlarımdan dolayı. Özlemişim.
İsteyenler için yeni blog'umun adresi: http://theimaginariumofmadamered.blogspot.com/
Tasarımı daha şimdiden gözümü rahatsız ediyor ancak bu gecelik bu kadar.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Müstahak~

Sanırım buraya sadece doğumgünlerinde yazacağım artık. Gidiş öyle.

Dralaye'nin doğumgünü bugün. Blog'un bu hale gelmesine neden olan kişi, isteyerek değil de, ona olan sinirimden dolayı.

Hayatımda en uzun süreli bulunan insan. Beraber büyüdüğüm kişi. Belki de beni en yakından tanıyabilen, bütün maskelerimin arkasını görebilen kişi. Ya da öyleydi.

Şimdi hala onarma aşamasındayız bazı şeyleri, birbirimizi yeniden tanıma gibi bir şey.

Hatunum çok depresiftir... İlk bakışta... Anlaması zordur, anlaşması daha zordur. Ama sevenleri tam sever. O da zaten sevdiğinde sülük gibi yapışır, kötü anlamında değil.

İkimiz de sevmeyiz, insanlarla politik arkadaşlıklar kurmayı. Sorun şu ki, sevmesem de ben politik arkadaşlıklar konusunda başarılıyım sanırım. Onun umrunda olmaz, bırakır, gider.

Doğumgününü kutlamadım dün gece, farketmiştir büyük ihtimalle. Bakalım yazıyı ne zaman görecek.

Doğumgünü yazıları yıllık yazıları gibi ya birazcık, "Şu zamandan beri arkadaşız," "Birlikte şunları yaptık" "Benim için çok önemlisin" bla bla bla. Ne gerek var.

Ne kadar önemli olduğu bana kalmış bir konu. Anlatsam da anlayamazsınız zaten. Ama benim için o kadar önemliydi ki, en çok zararı ondan aldım ben. Bir çoğuna göre melekti, bana değildi. Sanırım birbirimize en kötü yanlarımızı gösterdik hep, hep birbirimizi yıprattık.

Her neyse, hatun büyüdü anca 20 oldu. Olgunlaştı mı? Büyük ihtimalle. Yaşlandı mı? Ben yaşlanmadan yaşlanamaz o.

Ne diyebilirim başka? En çok nefret ettiğim anda bile, bir ağlama sesine tav olup her şeyi unutabileceğim bir insan o. Önemli değişiklikleri, yaptığım yaramazlıkları, kafamın nasıl çalıştığını anlayan o. Ben bile anlayamıyorum bazen. Yargılamadan dinleyen, kendiyle çelişse bile hala dinlemeye çalışan insan. Depresif? Blah.

Bir gün elfleri bulduğumda, Cücelerin kraliçesi olacak o. İki ırk arasındaki barışı biz sağlayacağız. Alice bize Wonderland'in yolunu gösterdiğinde Mad Hatter ile çay içeceğiz. Peter Pan camımıza yanaştığında bacaklarından yakalayacağız, "I do believe in fairies.". Rainbow'un altındaki altınlar sayesinde harem kuracağız.

Tencere yavarlanmış kapağını bulmuş, yani ben sana "müstahak"ım (nasıl yazılıyo lan bu şey?!). Hem kim uğraşacak bir daha Kirby'i öğretmeye millete?

İşte böyle.

Kısaca doğumgünü kutlu olsun hatunun.

Love,
Kırmızışın

17 Mayıs 2011 Salı

Happy(?) Birthdays

15 dakikam var odadan çıkmaya bu yazı biterse o kadar kısa sürede yayınlayacağım yoksa kısmet.

Şimdi bizim arkadaşlarla doğumgünlerimiz önemli olaylardır. Maksat eğlence tabii, ama hep beraber olalım isteriz, hep süslenelim püslenelim, ve herkes gelsin isteriz. 

Son zamanlarda değil herkesi toparlamak, bir kişi ile buluşmak bile o kadar çaba istiyor ki. Neler oluyor be gülüm? 

Tamam, aslında büyükbaş suçlusu benim. Aslında hepinizin bildiği gibi, güzel bir arkadaş grubum vardı. Biraz aksıyordu işte ama yani. Böyle delirdiğim bir anda, daha fazla dayanamayacağımı düşündüm ve bitirdim. 

Ama bencil bir kararın uzun vadeli sonuçlarını düşünmüyorsun, ben sadece 2 kişiyle aramı soğuturken, grubun geri kalan üyelerinin de birbirinden uzaklaşmasını sağlamışım. Sevmemek anlamında değil. Sadece eskisi gibi değil. Olayların üstünden 1 sene geçti tam, ya da o civarlarda. Geçen sene benim doğumgünümden sonra bir daha o kadar eğlenememişiz sanki hep beraber. Doğrudur. 

Hepimizin kendi sorunları var. Bir araya gelince artık,öyle boş muhabbet bile yapamıyoruz fazlasıyla. Hep bir sorun var üstümüzde. Bir değil birden fazla aslında. 

Yani ne bileyim öyle. 

Peter Pan'e özenmemek mümkün mü aslında? Biraz daha küçük olsaydık ne kolaydı hayat. Hani şimdi de çok zor değil de, zor yine de. 

Gerçi hepimize süper uyan bir gün ayarlamak imkansız mesela. Berry bir dalmada, bir yelkende. Suluelma, o hep bir kaçak zaten. Gulchina'yı Okan kaptı. Bizim Dralaye elini sürmüyor, onun doğumgünü ya. Doktor bey, tıp okuyor. Merinos'un annesi Nazi. 

Hadi bunlar çekirdek grubun sıkıntıları. Bir de, kimleri çağıracağım stresi var. Çağırmak istediklerinin bir kısmı rainbow, bir kısmı homofobik olunca sıkıysa sok aynı ortama. Stresten geberiyorsun, yaşadım, biliyorum. 

Ya öyle işte. 

29 Nisan 2011 Cuma

Bust a Move~

Selamlar,

Karşınızda bir kez daha Kırmızışın.

Nerelerde bıraktım sizi. Aradan çok geçmedi aslında ama o kadar çok olay oldu ki, dolu saçmalık aslında özetlersem.

Aslında yazmayacaktım bir daha buraya, güzel de bir veda yazısı hazırlıyordum, eski yazıları da kaldıracaktım hatta. Elim gitmedi bir türlü. Bekledim ve bekledim. Açıp durdum yazma ekranını çıkmadı kelimeler ama bir türlü.

En sonunda yine burdayım. Veda yazısı mı olacak, yoksa blog'a dönüş yazısı mı onu bile bilmiyorum. Sanki ikisinin ortası gibi mümkünse eğer.

Ben bir kez bile uğramazken buraya kapalı kaldığı süre içerisinde, benim yerime de uğrayan insanlar olmuş. Hepsini sulu birer öpücük buralardan.

Düşünüyordum da bu süre içerisinde, blog benim için neydi diye. Kafamı gereksiz şeylerden arındırdığım yerdi aslında. Saçma sapan bir şey beni sinir krizine mi soktu, yazardım buraya, benim derdim olmaktan çıkar başkalarının derdi olurdu artık. Bencilim, evet.

Sıkıntım şimdi ne anlatacağımla ilgili. Çok mutluyum, hiç problemim yok değil olay. Aksine yorgunum, bitkinim. Uyumama rağmen uykusuzum. Dün rüyamda arkamdan "To-do-list"ler kovaladı beni. Uyanıp uyanıp telefona not aldım, unutmayayım diye. Malum sergi düzenliyorum. Havamı da atarım!

Aslında sergi hem sevincim hem de sıkıntım. Bir yandan eğlenceli, bir yandan sorguluyorum ben ne halt yiyorum bu işle uğraşarak diye. Farketmediyseniz ben ekonomi okuyorum, genel kanı VA (Visual Arts) okuduğum yönünde olmasına rağmen. İşte hocalarım, sergide benim de fotoğraflarımın yer almasını istiyorlar. Sorun bence hiçbiri o kadar iyi değil. Hatta kötü. Facebook'ta bilmem kaç tane like almaları bir kıyas değil. Burası böyle.

Sonra başımın belası münazara var. Seviyorum sevmesine. Normalde sevmem insanlarla tartışmayı, çünkü olay benim fikrim senin fikrinden iyi inadına döner. Münazaranın güzelliği orada. Tabii bu sevimli kısmı. Bu haftasonu artık uzmanlaşmış ukala münazaracılar tarafından dayak yemeye gidiyoruz resmen. Korkmuş tavşan bakışları m atsam acırlar mı bana?

Seneye Hollanda'ya exchange'e gittiğimi söylemiş miydim?

Bilmiyorum ne beklerdiniz yazmamı buraya? Güncel olaylardan sinirlendiğim şeyleri mi? RedGirl falan olsaydı domain adım acaba sansür yiyecek miydim?

Kabul ediyorum birazcık özlemişim burayı. Yazmayı değil çok fazla. Yorumları okumayı. Diğer yazarları okumayı. (İki kelime yazıyoruz, yazar oluyoruz ya, hadi neyse...)

Suluelma'm geldi Merinos ile birlikte. Görüşemesek de sık sık. Özlemişim.

Aşk hayatım. Geldik ballı dedikodulara. Yok dedikodu aslında fazla. Çekimlerde tanıştığım bir şahıs vardı, hoş bukleli falan en son. Belki long distance olur dedim ondan. Fönlü halini gördükten sonra pek bir soğudum. Umarım okumuyordur.

Yukarıda yazı silmek falan dedim de, kıyamıyorum aslında. Ama sonunda bir yazıyı kesin sileceğim. Ne işi var sağ kolonda "Canımın sıkılmasından sıkıldım" gibi saçma sapan bir yazının?!

Ne bileyim böyle işte buraları... Any questions?

Sincerely,
Kırmızışın.

1 Mart 2011 Salı

Censored

Bu yazıyı okuyabiliyorsanız, DNS ayarlarını doğru yapmışsınız demektir. Konuya girelim: İnternette sansür.


Sansür olaylarıyla ilgili en çok merak ettiğim konu, nedenleri. Bakalım bloglarımız neden yasaklanmış?
“Tüm kamuoyunun bildiği üzere Digiturk, Türkiye Futbol Federasyonu’nun yaptığı ihale neticesinde yıllık 321 milyon dolar ödeyerek süper toto süper ligi maç yayın haklarını almıştır.Yayın hakları Digiturk’e ve Lig TV’ye ait olan maçlar, bazı internet siteleri tarafından kanunlar hiçe sayılarak yayınlanmaktadır. Kanunların kurumumuza yüklediği bütün yükümlülükler eksiksiz yerine getirilip içerik ve yer sağlayıcılar defalarca uyarılmasına rağmen internetten illegal yayın yapılmasına son verilmemiştir.Son çare olarak yüce Türk mahkemelerine başvurulup illegal yayınları yapan sitelerin verdiği zararın durdurulması talep edilmiştir. Mahkeme yasal olarak her şeyin yapıldığını ve ihlalin hala durdurulmadığını tespit ederek bu sitelere erişimin engellenmesi kararı vermiştir. Bu kararın uygulanması ile birlikte blogspot’ta bazı bloglar’a da erişimde problemler ortaya çıkmış olup, bu problemlerin tek sorumlusu uyarıldığı halde illegal içerikleri yapan sitelerin yayınını ısrarla durdurmayan Google ve Blogspot’tur. Halkımızdan almış olduğumuz destekle Türk futboluna yaptığımız yatırımlarla birlikte, illegal maç yayınlayan kişi yada kişilerle mücadelemiz devam edecektir. Kamuoyuna saygılarımızla sunulur.”
Hay futbolunuza diye başlamak isterdim cümleye ama  futbol olmasaydı başka bir sebepten nasılsa yasak yiyecektik. Sevgili Digiturk, mızıkçı yapısıyla devlet babadan biraz önce davranmış sadece.

İnternette sansürün de saçma olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz sanırım. İnternetten maç izlemeye hevesli adam, DNS ayarlarını da düzeltebilir bence. Onu geçtim biz Cine5 gençliğiyiz. Karıncalanmış ekranlarda film izledik biz, ufacık sansürlerden korkacak halimiz yok ama ben yakında direkt internete yasak gelecek diye korkuyorum. Düşünsenize, ağ adresi alınıyor, bağlanıyor vs... beklenmeyen hata durumu: Mahkeme kararı ile internete erişim engellenmiştir.

Sansür: Çocukluğumuzdan beri televizyonlarımızda. Pokemon? Gerçi o sansür yiyemeden yayından kaldırıldı.  Biiiiip sesleri. Ağız hareketlerine bakardım ne diyorlar diye. Markalar, kare kare olurdu daha bir çaba harcardım ne olduklarını anlamak için.Yoksa kendimi kaptırmış film izlerken neden kadının kullandığı deterjanın markasına takılı kalayım? Şimdiki trend, sigara sansürü. İyice dikkatimizi çeksin diye.

İnternette sansür: Youtube! Daha o zaman anlayacaktık başımıza neler geleceğini. Olayın neresinden bakarsam bakayım bir video için koskaca sitenin bize yasaklanmasını algılayamayacağım. Hadi diğer ülkelere yasaklasan neyse. Kendi ülkene neden yasaklıyorsun. Salsaydın yurdumun yiğit klavye delikanlılarını. Bak bakalım sorun falan kalır mıydı ortada? Yok ama, onun yerine kendi milletini özgürlüğünden mahrum et. Bir gün bizi de sansürleseler keşke de, biz de yurtdışından yayın yapsak mesela.

Ya ne denir bu konu üzerine daha fazla? Sen biliyorsun yanlış olduğunu, saçma olduğunu. Ben de biliyorum. Büyük ihtimalle onlar da biliyorlar. Ama değişen bir şey yok. Hala yasak üstüne yasak.

Erasmus için motivation letter yazmam lazım ya, yasaklardan bıktım biraz özgürce nefes almak istiyorum diye yazsam nasıl olur? Çünkü, zaten kıyafetlerimle tacize sebebiyet verdiğimi öğrendiğim için sansür yemiş gibiyim. Nefes alıp veriyorum diye de, hayvanları tahrik etmekten korkuyorum.


Until next time,
Kırmızışın

20 Şubat 2011 Pazar

Vahşi Güzel

Yazasım yok derken aynı gecede 3. yazı. femida'ya itafen geliyor bu yazı.

Çocukken, annem çalıştığı ve ben okuldan eve ancak akşam dönebildiğim için pek pembe dizi izleyemedim. Rosalinda'lı dönemleri izlemeden atlattım. Gerçi arkadaşlarım yüzünden izlemiş kadar oluyordum.

Ta ki, Vahşi Güzel'e kadar. Ekrana yapışıp kalıyordum resmen her seferinde. Zaten açılışına aşık olmuştum zamanında. Hala da biri aklıma getirince dinliyorum. Bu sefer femida'nın yazısından sonra aklıma geldi, ben de sizinle de paylaşayım dedim.



O değilde, çocukluğumdan bu yana zevkim hiç değişmemiş sanki.


Kitap Kurdu

Uyarı: Aşağıda en sevdiğim aktivitelerimden biri hakkında konuşacağım, yazı biraz uzun olabilir, şimdiden uyardım.

Gerçekten, küçüklüğümden beri baş karakteri kadın olan kitapları sevdim. Hatta, insanlara hobilerini sorarlar, cevap olarak da hep kitap okumak gelir ya, işte ona çok üzülürdüm. Kadın karakteri arka planda olan kitapları okuduğum çok nadirdir. Aynısı filmler ve diziler için de geçerli.

Bu ön bilgiden sonra, konu kitaplar ve kadınlardır desem yeterli olur sanırsam. Öncelikle, günümüz kitap modasından nefret etmekteyim. Parlayan vampirler yeterince kötüydü. Şimdi neredeyse vampir kitapları başlı başına bir tür haline gelmeye başladı. Ama bu başka bir yazıya kalabilir, çünkü içimdeki Twilight "aşkı" bambaşka. Spoiler verecek olursam, bir arkadaşım bana "Twilight"ı sevdiğini bildirdiğinde, kendisi ile neden arkadaş olduğumu sorgulama ihtiyacı hissediyorum.

Devam edelim. Günümüzün ikinci kitap modası: Tarihi romantik. En sevdiğim yazarlardan birinin Jane Austen olduğunu söylemiş miydim? Hatunun bütün kitaplarını Türkçe okuyup bitirince, üzüntüden bir de İngilizce okumuştum kelime oyunlarını yakalayıp mutlu olayım diye. Bu arada kitap okurken, detaylar asıl benim için önemli olduğu için sevdiğim kitapları tekrar tekrar okurum unuttukça. Hala her okuduğumda farklı bir tat aldığımı savunuyorum. Hayır, sonuçta artık gerçekten orijinal bir konu bulmak çok zor. Önemli olan, o aynı konuyu nasıl işledikleriyse, ne zararı var tekrar takrar okumanın.

Tekrar tekrar okumamın bir sebebi daha var, biraz fazla hızlı okuyormuşum ben. Çok basit dilli bir kitabı anlayarak okuma hızım dakikada yaklaşık 2, 2.5 sayfa falanmış. Bu nedenle sürekli kaliteli kitap bulup okumak mümkün olmuyor. Arada bir sürü sabun köpüğü kitaba maruz kalıyorum.

Aslında çok da şikayetçi değilim, zaman geçirmiş oluyorum en azından. En sevdiğim sabun kitap türü de, şu tarihi-romantikler. Tarihi romanları zaten severdim. Sayısını hatırlamadağım kadar çok Hürrem, Cleopatra, VIII. Henry, vs romanlarından sonra gözümü doğal olarak şu an moda olan bu roman türüne çevirdim.

Bir tane okudum eh işte. İkincisi tamam. 3 peh. 4 yaaani. 5, 6, 7,... Sonra dank etti. Sanki hepsi aynı hikaye. Kız sosyete tanıştırılır. Kız muhteşem güzeldir. Adam tam bir çapkındır ayrıca tehlikeldir. Kadın gözüpek, cesur ve akıllıdır. Bir sürü yanlış anlaşılma, kavga ve skandaldan sonra evlenirler. Adam da bir anda Ormanların Kralından, Van Kedisine döner.

Yani "yazar"ların bize yutturmaya çalıştıkları bunlar. Satır aralarına baktığında ise işler daha da komikleşiyor. Kızlar aslında öyle akıllı, mantıklı falan değiller. Kitaptaki diğer hemcinsleri gibi zayıflar, saflık derecesinde idealistler, beyinleri olduğunu savunurken bile beyinlerini kullanmıyorlar falan filan. Baş kadın karakterin, kitaptaki diğer kadınlardan tek farkı, biraz daha gürültücü olmaları sanki.

Erkeklere gelince. Baş karakter, sadist, güven sorunları olan, kaba bir adamken. Sosyetedeki diğer erkeklerin hepsi ya zampara ya da bir dişi vücudu yüzünden hemen şapşallaşan yalakalar.

Kitaplardaki yanlış anlaşılmalar o kadar saçma ki! Zaten olacakları daha karakterleri tanıştırırken tahmin etmek mümkün.

Peki ben neden okuyorum bunları hala? Yeni takıntım. O saçma sapan kitaplar arasından belki bir cevher çıkar ümidiyle okumaya devam ediyorum onları.

Kitap okuyoruz dedim ya, sanmayın sadece bunları okuyorum. Bir kaç sınırlamam var ki, o sınırları da aştığım çok olmuştur. Sınırlara gelirsek, Elif Şafak'ı sevmiyorum. Kadını değil de, kitaplarını. Okudum, sevemedim, yapacak bir şey yok. Başrolde kadın yoksa okumaya pek istekli olmuyorum. Ancak, hani güvendiğim biri tavsiye ederse belki bakıyorum. Sonra, bilim kurguyu kesinlikle sevmiyorum. Filmlerde ya da dizilerde bazen tahammül edebiliyorum ama kitaplarda asla.

Bıraksan ben burada konuşabilirim sanırım kitaplar konusunda saatlerce. O değil de sanırım bana yeni bir kütüphane lazım. Benimki birazcık doldu da.

Bir de favori kitabım Alice in Wonderland. Ama kesinlikle İngilizce olanı. Çevirmenler her ne kadar mükemmel bir iş çıkarmış olsalar da, orijinali daha bir güzel.

Bir de, orijinal mi? yok sa orjinal mi?

Yours Truly,
Kırmızışın

Peek a Boo

Sanırım blog'dan yavaş yavaş soğuyorum. Hala seviyorum burayı, burada tanıştığım insanları. Ama yazı yazmak buraya gittikçe zorlaşıyor.

Okul açıldı işte. Güzel bir dönem başlangıcı oldu bence. Derslerim bu dönem ağır. Öte yandan hepsinden zevk alıyorum. Hem ileride yapacağım iş iyice kafamda şekillenmeye başladı. İyi haber.

En büyük sıkıntım hala öfke sorunum. Onun da üzerinde çalışıyorum. Olmadı psikoloğa başvuracağız artık. Hala gitmememin tek sebebi, seans sırasında sinirlenip paramı heba etmek. Ayrıca şu an için, alışveriş daha yararlı gibi geliyor.

Sonra Suluelma'm ile Curly geliyorlar artık. Çoook özledim çok. Sırf bu nedenle bir kaç gündür şeker gibiyim.

Exchange'e nereye gitsem? Amsterdam? Hala karar veremedim.

Haftaya !f Rainbow partisi var. Gelmeyeni dövüyorlarmış!

İşte gördüğünüz gibi, pek yazacak bir şeyim kalmadı. Aslında bu doğru değil, yazacak çok şey var ama benim yazasım yok. Derken aklıma gerçekten yazabileceğim konular geldi. Bakalım becerebilecek miyim onlardan kocaman yazılar yapmayı.

Son olarak, aslında hissizleşmişim sanki. 2 saattir Sezen Aksu dinliyorum, gözlerim hala kupkuru ve yanmıyorlar.

Peace Out
Kırmızışın

16 Şubat 2011 Çarşamba

Sound of the Week #6

Öncelikle haftanın Glee şarkısı Sing. My Chemical Romance versiyonunu da çok severim ama Glee versiyonu da   süperdi şimdi.


Asıl haftanın şarkısına gelirsek, Beth Ditto ismini duyan? Solo şarkılarını pek sevmiyorum ama grubu Gossip ile mükemmel işler çıkardılar bence. O nedenle Gossip'den iki şarkı. Heavy Cross, Gossip'in en sevdiğim şarkısı, Listen Up için ise, şarkıdan çok klibi seviyorum.




Son olarak dekoltelerimizle tecavüzü hak ettiğimizi düşünen denyolara gelsin bu da: 

What About Future?

Gelecek.

Depresifim ya, bıraksan sabaha kadar yazarım durmadan.

Korkuyorum büyümekten, okulun bitmesinden, iş hayatından. Geceleri kabus görmeme sebep olucak kadar korkuyorum. Seçimlerimin beni mutlu edip etmeyeceği korkusu. Ya yanlış seçimlerse.

Hem sonra arkadaşlarıma ne olacak? Hayatımın demirbaşları hala hayatımda mı olacak?

Korkuyorum, korkutucu.

O kadar ki, kelimelerle anlatamıyorum.

Best Regards;
Kırmızışın

Just Another Day

Şaka maka bitmiş bir senem bu blog'da. 100 kişiden fazla olmuşuz. Hani götüm artık kalkmadıysa kalkar yakında merak etmeyin.

Tatilin son günleri biraz fazla yoğundum. Ama hani sevimli bir yoğunluk da değil, akrabalar, laftan anlamayan anne, ergen kardeş, bir adet baba, ve ders seçimleri vs. Yani sinirliydim, gergindim, etrafımdan da fazlasıyla çıkardım bu sinirimi zaten. Okul açılırım rahatlarım dedim, sevimli yurt odam, manyak oda arkadaşım falan filan. Hem ilk gün akşamı da Jay-Jay Johanson konseri vardı daha ne olsun.

Böyle romantik hayallerim vardı. Ama toparlanmanın ne kadar işkence olduğunu unutmuşum. Sığmadı o eşyalar. Oysa eve gayet az eşya götürmüştüm. Lanet olası alışverişkolikliğim.

Her neyse, konser saatleri. Bronx Pi, dünyanın en boktan konser mekanı, küçücük, kalabalık, rahat değil VE sevgililer günü. Konseri 45 dakika sonra terk ettik desem? Normalde başka bir yere gider dağıtırdık. Ama pazartesi! Ve ben o kadar baymışım ki konserden tek istediğim uyumak. Onun yerine sabaha kadar kitap okudum, işe de yaradı sabaha karşı huzurlu bir uykuya daldım.

Sonra bu sabah. Bari sabah uykumu alayım. Ama yok. Annem sağ olsun. Her neyse gece okula dönmeye kararlı ben bütün gün ısrarla tembellik yapmaya kararlıyım. Akşama yakın evden balık kokuları. Dipnot: Balıktan nefret ediyorum. Kokusu rahatsız ediyor. Çok nadir, çok ısrar edilirse birazcık yiyebiliyorum. Hafta içi sadece bir akşam evdeyim, annem balık yapıyor. Hı hı oldu. Tamam dedim erken gidiyim. Bu arada geç gitmek istememin tek sebebi, trafiğe kalmamaktı. Tam evden çıkıcam, elimde bavul, sırtımda kütük gibi çanta. Anne metroya bırak, yokuşu çıkmayayım şimdi çanta ve bavulla? Hayır. Neden? Evin önünde duran arabayı, çıkarmaya üşeniyorum, yani senin için 2-3 dakikalık bir çaba harcayamayacağım ama yürüyerek eşlik edeyim sana. Ok bye eşliğinde defolup giden ben. Ve sinir krizim.

Off lütfen, yeniden sinirlenmeden anlatabileyim şunu. Evden metroya gittim. Metroya bin, birden Levent'te indim birden, bilinçsizce. O kalabalıkta olmak istememiştim. Hala sinirliydim, ağlamak üzereydim, yorgundum. Kalabalık, üstüme gelen insanlar. Bir şey yapmam lazımdı. Oturdum sadece. Sakinleş. Hayır. Sinirimi yatıştıracak hiçbir şey yok resmen. Arkadaşlarımı arasam, hiçbiri doğru kelimeleri bilmiyorlar. Doğru kelimeler var mı dersen, ben de bilmiyorum onu. Ne yapsam, ne yapmalı? Kendimle savaş içindeyim, çünkü telefonumu çıkartıp, anneme dönüşü olmayacak şeyler söylememe saniyeler var. Şu an bile sınırdayım.

Yazıyı yazarken araya Curly girdi, bütün modumu dağıttı.

O nedenle devam etmek istemiyorum yazmaya ama silmek de istemedim.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Bloody Valentine


Lyrics:

We were both young when I first saw you
I close my eyes
And the flashback starts
I'm standing there
On a balcony in summer air

See the lights
See the party, the ball gowns
I see you make your way through the crowd
And say hello, little did I know

That you were Romeo, you were throwing pebbles
And my daddy said stay away from Juliet
And I was crying on the staircase
Begging you please don't go, and I said

Romeo take me somewhere we can be alone
I'll be waiting all there's left to do is run
You'll be the prince and I'll be the princess
It's a love story baby just say yes

So I sneak out to the garden to see you
We keep quiet 'cause we're dead if they knew
So close your eyes
Escape this town for a little while

'Cause you were Romeo, I was a scarlet letter
And my daddy said stay away from Juliet
But you were everything to me
I was begging you please don't go and I said

Romeo take me somewhere we can be alone
[| From: http://www.elyrics.net/read/t/taylor-swift-lyrics/love-story-lyrics.html |]
I'll be waiting all there's left to do is run
You'll be the prince and I'll be the princess
It's a love story baby just say yes

Romeo save me, they try to tell me how to feel
This love is difficult, but it's real
Don't be afraid, we'll make it out of this mess
It's a love story baby just say yes
Oh oh

I got tired of waiting
Wondering if you were ever coming around
My faith in you is fading
When I met you on the outskirts of town, and I said

Romeo save me I've been feeling so alone
I keep waiting for you but you never come
Is this in my head? I don't know what to think
He knelt to the ground and pulled out a ring

And said, marry me Juliet
You'll never have to be alone
I love you and that's all I really know
I talked to your dad, go pick out a white dress
It's a love story baby just say yes

Oh, oh, oh, oh
'Cause we were both young when I first saw you
Şimdi durun iki dakika tahmin edin yazının konusunu. Saat itibariyle 14 Şubat zaten.

Öyle, pembe panjurlu evim olsun kızlarımdan değilim zaten anlamışsınızdır. Hiç evlenmem kızlarından da değilim, hatta zengin bir koca bulup evleneyim.


Ama 14 Şubat. Gerçekten nefretlik. Güne kastım yok. Kapitalizm falan filan. 

Benim derdim 14 Şubat yüzünden delirenlerle. Delirenler de çeşit çeşit. İşte her 14 Şubat gününü dünyanın en önemli günü sanan vıcık vıcık sevgili çiftleri var mesela. Sonra sevgilisi olmadığı için ağlayanlar var. Bunlar aslında eğlendiriyorlar beni, acınası sevgili bulma telaşlarıyla. Sonra bir de, bunlardan nefret eden ve bilmem kaç haftasını onlara nefret kusarak geçirenler var. 

Hepsi komik aslında. 

Benim sevmediğim nokta, günün anlam ve öneminden yararlanarak görüntü kirliliği yaratan çiftler. 

Bir de, söylemesi ayıp, akşam Jay-Jay Johanson konserinde olacağız. Korkuyorum her yerde saçma sapan çiftler olacak diye. Ben orada QAF sahnelerini gözümde canlandırırken, millet önümde yiyişmesin. Derdim tamamen estetik kaygısı. Güzel öpüşün ya da hiç öpüşmeyin, lan!

Derdimi söyledim, şimdi gidebilirim. 

Love, 
Kırmızışın



11 Şubat 2011 Cuma

Lambaya Püf De

Çok güzel bir sevgililer günü yazısı vardı kafamda. Öyle şaka yollu sövecektim kendilerine. Ancak, tam şu an sinirden deliriyorum. Kuduruyorum desem daha doğru olur.

Ben o ülkesinden nefret eden hainlerden biriyim. İlk fırsatta da dönmemek üzere terk edeceğim bu ülkeyi. Şanlı tarihimi seviyorum elbet, zaten o kadar beynime kazındı ki, sevmemem imkansız. Mahvolmuş doğal güzelliklerini de seviyorum aslında. Ama içindeki insanlardan nefret ediyorum.

Ülkeyi yönettiğini sanan ampul kafalı heriften de, onun şarlatanlar cemiyetinden de nefret ediyorum. Onlara destek veren, savunmaya çalışan, yaptıkları yanlışlara kılıflar uyduran insanlardan daha da nefret ediyorum. Mümkün oldukça da hiçbiriyle aynı havayı solumak istemiyorum.

"Adamların yaptıkları iyi işler de var ama, kabul etmelisin." diye cıvıldayan Polyanna bozuntularına ise sadece acıyorum ve akıl diliyorum.

Normalde, farkına vardınız mı bilmem ama, dan dun saldırmam karşı olduğum düşünceye. Hepsi gerizekalı diye kestirip de atmam. Bence mantıklı bir sebebim vardır. Onu açıklarım. Bana mantıklı gelen sana da mantıklı gelir ya da gelmez. Ama bu tipler o kadar körler ki, devekuşlarına ders verebilirler.

Ne oldu ne bitti de gaza geldim yeniden? Aslında sebep çok gaza gelmek için bu şerefsizlere karşı. Haberleri okumak yeterli düzenli olarak. Sadece bu sefer ki haber biraz daha kişiseldi, biraz daha dokundu bana.

Bazen hayal ediyorum bir sonraki seçimlerde her şey farklı olacak diye, başka biri. Hayal etmek için o kadar konsantre olmam gerekiyor ki, tek boynuzlu uçan bir ata bindiğimi hayal etmek daha kolay.

Aslında kızgınlığım gerçekten baştakilere değil. Onlara gıptayla bakıyorum aslında bu salak milletin zaaflarını çok iyi bildikleri için. O nedenle kızgınlığım bu salak millete. Mısır ile Tunus'a bakıp, aynısının Türkiye'de de olması için dua eden zihniyete. Şerefsizin teki, kendi reklamı için muhafazakar taraftara oynayan bir yazı yazdığında, ona üstat diye hitap eden sersemlere kızgınlığım. Sürekli ben başta olsaydım, bak neler yapardım felsefesi yapmaktan kendi işini yapamayan hayalperestlere nefretim. Zaten o nedenle kalmak istemiyorum ya. Sevmediğim bu millet için mi çabalayacağım ben? Yine de en çok kızdıklarımdan biri de benim, ancak seyirci kalabildiğim için.


Bitirirken;

Resmi tek başına algılayamayacak olan, beyin özürlüler (dikkatinizi çekiyorum engelli değil özürlü) için çizerin kendi yaptığı açıklama:

Elimden geldiğince aydınlatayım...
Doğduğumuz zaman çıplağızdır.
Çıplak,en yalın,doğal ve özgür halimizdir bana göre... Aydınlık bir dünyada çıplaklık bir ayip değildir, günah da değildir...
Tabi ki burdaki mesaj, çıplak gezelim de değildir... Sadece AKP zihniyetinin olmadığı, yani ampulun yanmadığı bir Türkiye'de kadının özgürlüğünü yansıtmaya çalıştım... AKP'nin ışığı da işte ancak sol taraftaki kadar aydınlatıyor... Yani Türkiye'yi değil, sadece kendi yandaşlarının dar bir çerçevesini....
Umarım biraz da olsa anlatabilmişimdir....

Yazdım, rahatladım mı? Hayır. Konu sadece bu kadar mı? Hayır. Açıklamadan sırf liste yapsam nelerin yanlış olduğuyla ilgili, sayfalar sürer. Belki yeni bir kategori yaparım, sırf bu tarz yazılar için. İnternetten üzerinden mahalle baskısına yardımcı olur en azından.

7 Şubat 2011 Pazartesi

Aranızda üniversite okuyup da, sorunsuz ders seçimi atlatan var mı?

Sound of the Week #5

Glee gelince her hafta bir Glee paylaşacağım demiştim. Bu haftanın Glee şarkısı: Thriller/Heads Will Roll: 



Sabahtan beri ders seçiminden kafayı yedim. O nedenle bu şarkıyı da kendime alıyorum. Aslında arka planda sürekli bu çalsa iyi olacak, yoksa Bakırköy yolları bana sarı tuğladan.


Sakinleşeyim diye süper bir pasta yaptım en azından. İşe yarayıp yaramadığı şüpheli. Ama pasta güzel oldu. Bugün her şey sıkıntılı, Glee video'sunu görüntülüyemiyorsanız ya da ses kötü geliyorsa: 




4 Şubat 2011 Cuma

O*****

Birinci yazıyı bile yazmayacaktım aslında ne gerek vardı sonuçta konuyu daha da gündemde tutmaya. Ailesine yazık. Sağ olsun sevgili ülkemin sevgili köşe yazarları aynı duyarlılığı gösteremediler. Yok hatun orada burada, bir takım kişiler tarafından zıplatılıyormuş. Yok efendim, su testisi su yolunda kırılırmış. Ama bir de ben yazmayayım artık, aynı şeyleri. Anlayan anladı zaten, anlamayana davul-zurna saz.

Benim derdim bizimle.

Hatunlar toplanın bir buraya. Hepimiz orospuyuz tamam mı? Küçükken kaşarız, büyüyünce orospu oluyoruz. Yapmış, yapmamış olmamız önemli değil. Ölmüş olmamız da önemli değil. Ardımızda ileride bu yazılanları okuyacak bir çocuk bırakmamız da önemli değil. Suçumuz kanıtlanana kadar suçluyuz biz. Suçsuz bulunursak da yolluyuz.

Kanımızda alkol varsa haketmişiz başımıza geleni. Açık giyindiksek aranmışız. Gece dışarı çıktıysak kaşındık. Göz göze geldiysek tahrik ettik. Hayır dediysek, evet anlaşıldı.

Kabul edelim şimdi, aynı kurallarla oynamıyoruz biz erkeklerle. Zaten biz oynayamıyoruz bile. Erkekler oynuyorlar. Oyunculara da kerata deniyor, yüzde hafif bilmiş bir gülümsemeyle. Cesaretimizi toplayıp oyuna girsek, orospu oluyoruz işte biz.

Sabahtan beri sinirim bozuldu da. Size ne diye söylenip duruyorum sabahtan beri.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Rest in Peace

Defne Joy Foster öldü. Ailesinin başı sağ olsun. Ölüm sebebi şüpheliymiş. Bana ne. Alkol yüzünden böyle olmuş. Ölüyü rahat bırakın bari denyolar. Uyuştucu/eroin yüzünden olmuş. One ne ara geldiniz?

M.J. öldüğünde medyanın halini hatırlayan var mı? Bir ay boyunca neredeyse Billie Jean dinledik. Defne, kendisi söylediği gibi meşhurdu, popüler oldu Acun sayesinde. Popüler biri ölünce de ortaya çıkan manzara bu ne yazık ki.

Televizyonda ölüm haberlerinin nasıl verildiğini bilirsiniz, acılı anne kendinden geçer, kadınların hepsi ağlar, babalar bir yandan acılarını gizler, bir yandan dayanamaz sessiz sessiz ağlar. Ve yüzsüz muhabir, hepsinin dibine girer, hepsini yakından çeker. Ölen ünlü biri olunca, bu sefer bu tantana 20 kanalda birden bilmem kaç muhabir tarafından tek tek anlatılıyor tabii ki.

Gerçekten kusura bakmayın ama siz ne kadar çemkirseniz de, her gün ölen bir sürü insanın ölümü hiç bir zaman bir ünlünün ölümü kadar ses getiremeyecek. Başınıza uzay mekiğinden kaçmış bir klozet kapağı düşerek ölmediğiniz sürece de, ölümünüz ilgi uyandırmayacak. O kadar şehit ölüyor her gün. BİLİYORUZ! Bildiğimizi sen de biliyorsun. Ama sen duyarlı vatandaşsın ya, uyarmak zorundasın milleti, "Her gün şehitlerimiz ölüyor, bu kadar büyütmeyin Defne'nin ölümünü!" diye. Peki, duyarlı arkadaş sen ne yapıyorsun o her gün ölen şehitler için? Ne biliyorsun belki ben onlara da üzülüyorum gerçekten her gün haberlerde. Hadi şehitleri geçtim, onlar için yapabileceğim(iz) bir şey yoktu aktif olarak, görev sırasında öldüler. Peki, daha bugün evsiz bir adam soğuktan donarak ölmüş Beşiktaş'ta. Onlar için ne yapıyorsun duyarlı arkadaş? Tamam hatırladım ne yaptığını, biz evsizler için aranması gereken numarayı paylaştığımızda, sen "Kaçınınız telefonunda kayıtlı ki şimdi bu numara? Bu yaptığınız hep şov ve spam." diye söylenen gruptaydın.

Dipnot: "Facebook üzerinden mi kurtarıcaksınız dünyayı? diyenlerle bu grup genel olarak aynı kişilerden oluşuyor benim arkadaş listemde sizde de öyle mi? Facebook üzerinden dünya mı kurtarılır? Tunus ile ilgili haberleri okumadan cevaplamayın.

Defne'nin ölümü ile ilgili ikinci sinir olduğum nokta, sürekli bir alkolden öldüye getirilmesiydi olayın. Alkol kötü. Alkol yok. Alkol kaka. Bir yaşındaki oğlunu bırakıp nasıl gidermiş Taksim'e? Tabii, hatunların dışarı çıkması da kültürümüzde yok sonuçta, öpüşmek gibi, sevişmek gibi. Sonra bir de, ne işi varmış Kerem Altan'ın evinde? Efendim, şimdi söylemesi ayıp, K.A. orgy düzenliyormuş evinde. O nedenle oradaymış Defne'de.

30 Ocak 2011 Pazar

Sound of the Week #4

Şu Sound of the Week'leri her hafta yapıyorum ya, bazen sırf iki tanesi ardı ardına gelmesin diye yazıyormuşum gibi geliyor.

Bu haftanın şarkısı, bu haftanın konusundan esinlendi yani 24+, alkol yönetmeliği falan. O nedenle birazcık eski bir şarkı.

Grubun adı "The Pleasure Seekers". 1960'lardan bir grup. Tamamen kızlardan oluşuyor. Suzi Quatro'nun da ilk grubu oluyorlar. Şarkının sözlerine dikkat lütfen!


Ancak yazıyı yazarken farkına vardım ki, Muzicons'da kayıtlı değil şarkı. O nedenle haftanın şarkısı olarak kullanamadım ama hemen aklıma gelen ikinci şarkıyı ekliyorum. 

Eminim çoğunuz zaten dinlemişsinizdir.
 

Mika'ya geçen seneki konserden beri tapıyorum zaten. Hani Miller sponsorluğunda düzenlenen. Hani artık düzenlenemeyecek olan. Hani Miller içki markası ya. Yani One Love'da yok bu sene. Onun da sponsoru Efes ya... 

28 Ocak 2011 Cuma

These boots are NOT made for walking

 
Paolo Nutini - New Shoes

Ekran karşısında orgazm geçirmiş olabilirim. İçimdeki alışverişkolik çığlıklar atıyor.

Cassette Butik. Duyanlar vardır. Duymayanlar için dünyanın en güzel ayakkabıları var orada. Bir kaçını paylaşacağım hemen sizinle. Ben sevdim, siz de sevin diye.

İşte hazır modum gelmişken, ayakkabılar hakkında atıp tutayım dedim.

Küçük bir çocukken, gizli gizli annesinin topuklularını giyenlerdendim ben. Ama benimki, erkek Fatma olunca, giyebileceğim topuklu sayısı sınırlı oluyordu. Ama hatunun düğününde giydiği beyaz topukluya hala taparım. Annem her yakaladığında kızardı. Ayağımı inciteceğimden korkardı. O işteyken gizli gizli denerdim ben de.


Sonra büyüdüm. 36 numara oldu ayaklarım. Kurtuldum saçma sapan çocuk ayakkabılarından. Gelsin topuklular. Evet, kokoş bir çocuktum ne yazık ki. Şimdilerde bebekler için bile topuklular çıkarmışlar. İşte bizim zamanımızda yoktu onlardan.

Sonra lise. Converse. Sürüye uydum. O yaşıma kadar rahat rahar giydiğim topuklularla rahat edemez oldum. Balo gecesini çıplak ayak bitirenlerdenim işte. Converse'e dönersek. Pullu Converse olmaz. Topuklu Converse olmaz. Converse dediğin düzdür, klasiktir. Ama hala acırım o kolayca yırtılan bez parçasına verdiğim paraya. Üstelik rahat da değildi. Zavallı ayaklarım ve Arnavut kaldırımları... Ayrıca beyaz Converse'siz tamamladım bu dönemi ben. Sonuçta metalci hatundum.


Ahh sonra geldi üniversite. Kadınsı olma çabalarım artık. Gece Converse ile gidemeyeceğim mekanlar. Converse kaldırmayan kıyafetler. Topuklular. Uzunca süre acı çeken ayaklarım. İnat ettim. Sabır. Öğrendim. 12 cm de neymiş artık diyorum, eskiden 5 cm topuk üzerinde 2 saat duramayan ben. Şimdi tek hedefim kırmızı bir topuklu.

Ve sıra geldi tapılası ayakkabılara. Her birini istiyorum. AMA hem pahalılar. Onu geçtim, benim ayak numaram sıkıntılı. Lanet olası doğa. Her neyse ben gidiyorum ve sizi ayakkabılarla baş başa bırakıyorum.








Sanırım aslında ayakkabıdan çok, Oxford'lara karşı bir sevdam var. 

Bu da butiğin Facebook sayfası, ilgilenenlere duyurulur: [Link]

Bu arada, umarım bizde de, renkler kaybolup her şey simsiyah olmaz, yazıyı okuyun anlarsınız ne demek istediğimi. [Link]

Gerçekten son bir şey, "Canımın sıkılmasından sıkıldım" gibi saçma sapan bir yazının ne işi var orada, çok okunanlar arasında. İlgi çekici başlığın gücü?

Son bir ekleme, şarkının sözlerine dikkat etmişsinizdir umarım. 

27 Ocak 2011 Perşembe

24+



Yazmayacaktım böyle bir yazıyı. Ne gerek var her kafadan aynı sesler çıkıyor zaten. Ama sonra, bir ses de benden çıksın. Bir tepki de benden gelsin dedim

AKP hükümetini sevmiyorum. Zaten heriflerin düşünce yapısını sevmiyordum. Ama son zamanlardaki yaptırımlarından nefret ediyorum. En çok da, yaptıkları uygulamaların Zaytung haberlerinden bile absürd olmasından nefret ediyorum.

24 yaşına kadar bir nevi çocuk sayılıyorum hala, neyin iyi neyin doğru olduğuna karar veremiyecek bir çocuk. Bu  nedenle bir çok festivale/konsere katılamayacağım. Çünkü sponsorları alkol firmaları. Ama sonuçta devletimin amacı beni korumak değil mi?

Öte yandan devletim asıl çocukları koruyamıyor ne yazık ki. Alkolden bağımsız olarak, işlenen çocuk tacizlerinin önüne geçemiyor ne yazık ki.

Çocuk yaşta evlendirilebilirdim ben. Buna karşı da koruyamıyor devletim beni. Ama sanatsal aktivitelerde korunuyorum artık çünkü zaten bütün sorunlar hep galeri açılışlarında, müzelerde çıkıyor zaten. Öte yandan, ne gerek var gidip de, bir kaç ucubeyi görmeye?

18 yaşında devletim izin veriyor silah sahibi olmama. Çünkü biliyor ki, ben artık kendi kararlarımı verebilirim. Ama alkol almamı istemiyor. Hani kazara, o ruhsatlı silahı ateşlerim diye.

Ama yanlış anlamayın devletim iyiliğimi düşünüyor benim. Eminim.

Kendimi koruyamayacak yaşlarımdayken, beni tek başıma bırakması tamamen güçlü olmamı istediğinden aslında. Zorluklarla karşı gelebileyim diye ileride.

Kendimi koruyacak yaşa geldiğimde ise kendi kendimi korumamı istemiyor aslında. Zaten çok yoruldun diyor bu yaşına kadar. Bırak ben senin yerine karar veririm neyin iyi olup neyin olmadığına zaten.

Ne gerek var Blues dinlememe? Ne gerek var Babylon'daki öcülerle beraber müzik dinlememe? Poligonda atış talimi yapabilirim onun yerine.

Hem zaten ekonomik kriz falan var. Zam geldiği de yok, enflasyon yok gibi bir şey ya. Param cebimde kalsın. Ne gerek var bir biraya verdiğim paraya.

Karşıyım bu yeni yönetmeliğe. Gerçek çocuklar, küçücük yaşlarında evlenebiliyorlar, daha bebekliklerinden beri çalışma hayatının içine atılıyorlarsa, bizi, dana kadar olmuş çocukları korumayın siz. Merak etmeyin biz koruruz kendi kendimizi bir şekilde. Ruhsatlı silahlarımız var sonuçta bizim, bizi koruyacak.

Ahh unutmadan, kokain kullanma yaşı 14'lere düşmüş buralarda. Sanırım o alkol yerine onları kullanmamızı tercih ediyorsunuz?

Bazı 'arkadaşlarım' durumları karıştırmamamı söylüyor. Alkol yasağıyla ruhsatlı silah iznini birleştirip bir sav oluşturamazmışım. Ya da çocukları katamazmışım. Kusura bakmayın ama, ben hasta olunca ilk iş olarak parmaklarıma manikür yaptırmaya gitmiyorum, önceliklerim farklı hani.

Şerefe,
Kırmızışın.

23 Ocak 2011 Pazar

Sound of the Week #3

Yeni bir haftanın şarkısı. Bu şarkıyı sadece klibinden dolayı da seçmiş olabilirim bilemedim. Gerçi şarkı da hoşuma gidiyor, rahatlatıcı bir etkisi var üzerimde, bilemedim yine.


Klipte Seven Deadly Sins ve Four Horseman'ı yakaladınız mı bilemedim ama bence olmuş yaa. Bir de, nowhere no ile where 'in birleşimi ya aynı zamanda now ile here'ın birleşimi de oluyormuş. Yeni farkettim, büyük başarıymış gibi sizinle paylaşıyorum. İşin kötüsü, kelimeyi artık yanlış telaffuz ediyorum sanki. Afferin bana.

Bu arada Magnetic Man'in Perfect Stranger şarkısı da pek bir dinlenesi.

Glee başlayınca, Sound of the Week'ler çarşamba günü gelmeye başlayacaklar. İki şarkı paylaşacağım, biri o haftaki  Glee bölümünden olacak diğeri de şu ana kadar olanlar gibi. Evet, herkesi Glee fanı yapmadan vazgeçmiyorum.

xxx,
Kırmızışın

Kafamdaki Tilkiler

Blog'a kendimce ara verecektim aslında. Karar verme aşamasındaydım bir nevi. Kimliğimi tamamen gizleyerek yeni bir blog mu açsam diye düşünüyordum. Tamam, şimdi de bas bar bağırmıyorum ama sorun da zaten internetten insanların öğrenmesi değil her şeyi. Umrumda bile olmaz aslında, tanımadığım biri hakkımda her şeyi bilse. (no offense) Sorun bir çok arkadaşımın bu blog'u bilmesi birazcık. Okuması. Üzerine düşünmesi.


Öğrenmelerini istemediğim şeyleri öğrenmeleri falan. Bilmiyorum işte öyle sıkıntılar. Eminim bütün blog yazarları düşünmüştür bu konuda. Kimliğimizi saklayınca saklanmış mı oluyoruz aslında, yoksa özgür mü? Derken, aslında bu bir başka tartışma konusu benim derdim benimle.

Yarın aslında bir "date"im vardı benim. İptal ettim. Bilmiyorum içimden gelmedi pek, dışarı çıkmak. Evet, babaanne modlarındayım.

Aslında sorun şu ki, hastalık final dönemi derken fazla yorulmuşum. Başkasını mutlu etmeye çalışmaya, anlamaya pek bir vakit harcayasım yok. Bencildim, bencillik katsayım arttı. İçime kapanayım istiyorum. Hah işte bu mod ile benim asabiyet sorunum birleşince ortaya çıkan şey hiç hoş olmadı.

Sinir sorununa değinmiştim bir ara. Normalde pek şeker bir insanım aslında. Öyle gülümserim falan sürekli, depresif bir insan hiç değilim mesela. Ama gel gör ki, en ufak, saçmasapan bir şey beni sinirden delirtebilir. Geek'lik yapıp şöyle açıklıyorum durumu, süper güçlerim olsaydı, geçen gün arkadaşım aradığım zaman telefonunu açmadığında dünya 2012'yi göremeden yok olmuş olurdu.

Sorun ne? Bir anda aşırı sinirlenmem. Yarım saate ciddiyim bir şeyim kalmıyor ama o yarım saatte neler neler yaptım ben. Arkadaşlıklarımı mı bitirmedim, gereksiz yere tokat mı atmadım (Çocukken, direkt tekme tokat dalıyormuşumda, şimdi sıfatım hanımefendi ya ayıp oluyor. ) , elime ilk gelen teknolojik aleti mi parçalamadım falan filan... Böyle sinirlenince sadece bir şeyleri kıran döken insanlardan olsaydım keşke. Temiz. Ne bok yemeye alıyorsun uzun vadeli kararlar değil mi?
Ciddiyim, uğraşıyorum o yarım saati kazasız belasız atlatmak için. Olmuyor. Yarım saat boyunca derin nefes almayı denedim. Daha da sinirlendim. Bir kadeh her şeyi yatıştırır dedim, duygularım katlanarak arttı. Yazayım dedim, sinirimin sebeplerini sağlamlaştırıp işi uzattım. Dizi/film izleyeyim dedim, bilgisayarı kırıyordum. Bir kaç kişi dinlendirici mutlu edici müzik dinle dedi. Her şarkı sözü daha da battı. Hay bin şeytan!  Hah, şimdilerde resim yapmayı deniyorum. Resim yaparken sinirlenmediğim sürece iyiyim gibi. Geçen pek sevgili F kalemimin ucu ard arda 3 kez kırılınca deliriyordum resmen. İçime şeytan kaçıyor bence sorun bu aslında, peki nerede benim Constantine'im, Sam&Dean'im? Ya da Pandora'nın kutusundan benim payıma düşen wrath olmuş.

Nereden geldik biz sinir konusuna onu da bilemedim de geri dönersek aslında olmayan konuya. Farkettiyseniz, klavyenin götürdüğü yere git modlarındayım biraz. Olsun kafamda kalıp, beynimdeki gereksiz tilkilerden biri olacağına, içimden kusmuş olayım. Kafam rahatlamış oldu en azından biraz. 

Dışarı çıkmak içip dağıtmak istiyorum aslında bir kaç zamandır fazla kontrollüydüm. Öte yandan dışarı çıkmak istemiyorum çünkü yeni iyileştim çünkü yeniden hasta olmak istemiyorum. Bir de eski defterleri açasım var. Çok eskilerini, daha yenilerini. Ama ne olursa olsun açılmaması gerekenleri. Alkole güvenemiyorum açıkçası kanımdaki. Şerefsiz arkadaşlarıma da güvenemiyorum ki, ne zaman uyarsam beni fazla içirmeyin diye, onlar ısmarlıyorlar içkileri. Hayır, telefonumu versem sahip çıkmaları için. İnternet var. Numaralar ezberimde.

Bir de gereksiz yere çevremden artık single olmasan baskısı görüyorum. Rahat bırakın lan beni. İlişki sevmiyorum belki, ya da ne biliyim ilişkiler beni sevmiyor.

Bu kadar kafanızı ütüledikten sonra ben kaçarım.
Sevgilerle;
Kırmızışın


  • PS: Bir gün size normalde verdiğimden ters cevaplar verirken görürseniz beni, özellikle gülümsemiyorsam, kaşlarım çatıksa, derin derin nefes alıyorsam sinirliyimdir. Yatıştırmaya yönelik yapacağınız her şey beni sadece daha da çok sinirlendirecektir. Ne yazık ki, haklı olsanızda size hak vermeyeceğimdir. 15dk sonra gönül rahatlığıyla görüşebiliriz ama.
  • PS2: Şu başlık bulma olayı beni ne kadar sinirlendiriyor bir bilseniz! Taslaklarım bitmiş yazılarla dolu desem.... Yani saçma başlıklar, ilgi çekmek istememden değil beceriksizliğimden.
  • PS3: Bem 50X70cm'e bir portre çizemiyorum doğru düzgün adam oyuncak bebekler üzerinde harikalar yaratıyor. http://noeling.deviantart.com/

21 Ocak 2011 Cuma

Harç Hurç Hash Hash

Final dönemiyle ilgili yazmıyorum zaten herkes yazdı yeterince. Procrastination arkadaşlarıma sevgilerimi gönderiyorum sadece, bloglarınızla beni yalnız bırakmadığınız için.

Benim derdim final projesiyleydi daha çok. Şimdi sene başında bir gazla çizim dersini aldım okulda. Elma, armut gelmesin aklınıza ilk günden koydular önümüze iki model, çizin dediler. Bir şekilde 4 ayı atlattık. Dönemin sonunda da proje istediler benden.

40 saat! Artı-eksi 5saat. Saçma sapan bir heykel büstünü çizdim işte. Altta işin başlangıç aşaması bulunmakta.


Bitince ne değişti derseniz? Ortaya çıkan şeyden gayet memnunum aslında. Paylaşmaya hazır mıyım bilemedim ama. Güzelim kalem setimden 5 kalem bitti. Hayatımda ilk defa kalem bitirdim. Oda arkadaşım harç hurç hash hash seslerinden delirme sınırına geldi. Çünkü o 50X70 cm'lik portre tamamen H, 2H vb kalemlerle yapıldı. Bir kutu peçete bitti bu sırada, yaklaşık bir kutu da kulak çubuğu. Bir kaç silgi bitti resmen. Onu geçtim, kalemtraşım eskidi. Haaa bir de, çizerken aşırı sıkıldığım için, bir yandan da dizi/film izliyordum. Bütün stoğum tükendi. Tam da okulda internete indirme sınırı geldiği sırada. Ayrıca kıçım aynı sandalyede oturmaktan düzleşti. İki parmağım yara oldu. Hmm bir de, mızmızlanma katsayım arttı. 

Sevgiler... 
Kırmızışın

PS: Masamın dağınıklığına aldanıp hakkımda kötü şeyler düşünmeyiniz lütfen... Bu sene gayet düzenliyim.

17 Ocak 2011 Pazartesi

I missed you, friend.

You have absolutely no idea how much i missed you.

I missed laughing about small things that are not even funny.
I missed making fun of the Curly.
I missed cooking for you, and you cooking for me.
I missed you and I talking loudly in the street and our so-fucking-what attitude that comes with the whole package.
I missed talking about boys with you and chatting about girls.
I missed sharing a good smoke.
I missed depending on you to make me smile.
I missed you getting serious when i actually needed.
I missed you.
I missed you getting jealous over small things.
I missed gossiping about fuck-damn-everything.
I missed you so much that i couldn't write all of these in a short facebook comment.
I missed you.
I missed you.
I missed you.

And quoting you;  missing you and telling how much i missed you is definitely not procrastination. I love you, my friend.

I love you for loving me and love you for being you.

Yine hasta ben...

Bilmiyorum dersleriniz ne durumda falan. Ama benim hep iyiydi şu ana kadar.Yani zeki kızdım, çok çalışmazdım hallederdim bir şekilde. Çok fazla sallamadığım, boşladığım sınav oldu. Yeri geldi işte curve'e güvendim, yeri geldi diğer notlarıma. Sallamadığım zamanlarda bile hep benim seçimimdi. Biliyordum, bir kez okumam yetecekti. Okumak derken, göz gezdirmekten bahsediyorum. Evet, zekiyim demiştim.

Birazdan dünyanın en saçma sapan dersinin make-up finaline gireceğim. Sanki keyfimden kaçırmışım ilk finali gibi bir de üstüne sözlü yapacak. Hadi normalde o bile sorun olmaz da, şu an insanlar adın ne diye sorunca bile ebliyorum resmen. Beynimi almışlar içini samanla doldurmuşlar sanki.

Grip geçti. Tam rahatladım. Başım dönüyor, midem bulanıyor. Hadi bir daha doktora sorun neymiş: İlaçların yan etkileri.

Salla diyorum kendi kendime sürekli. Önemli değil şu sınavlar falan. Yok olmuyor. Bunca seneden beri programlamışlar içime, kötü not alamazsın sen diye.

Dışarıdan baksan, dünyanın en rahat insanıyım sınavlar konusunda. Hiç sallamıyorum sanki. Yok be güzelim, sallıyorum da, içimden.

Mızmızlanasım var çok feci. Herkes sınava çalışıyor. Yazıktır milleti rahatsız etmiyeyim diyorum. Sustum. Zaten tam ağzımı açıcam, onlar mızmızlanmaya başlıyorlar.

10 günden fazladır hasta olunca insan iyice bir de depresifleşiyor. Hava da sağ olsun, çok iç açıcı.

Pes etsem mi, etmesem mi?

Uyumak istiyorum sadece, uyumayı sevdiğimden değil, uyumaya ihtiyacım olduğundan.

Birazdan işte sözlüye gireceğim. En azından 10 dakikada bitecek. I don't know. I don't know. Bla bla bla. I don't know.

16 Ocak 2011 Pazar

Kıskanmak... Kıskanmak...

Dün bunları gördüm. Kıskançlıktan çatlıyorum şu an. Çin ekonomisi çalışmam gerekirken, bunları sizinle paylaşmamın nedeni ne onun için de en sondaki video'yu izleyiniz.



Photoshop'ta fotoğrafları siyah-beyaz yapıp, üstüne çizim efekti benzeri şeyler yapsam bu kadar olmaz. Çizerin diğer eserlerine bakmak isterseniz : [Link]



Ve şimdi de, hepimizin tanışık olduğu bir konsept üzerine hazırlanmış güzel bir video: 

14 Ocak 2011 Cuma

Sound of the Week #2

Yatakta geçirdiğim bir kaç günden sonra iyice sıkıldığım için ve yapacak başka bir şeyim kalmadığı için, bir gün önceden hazırlıyorum bu yazıyı.

Lost Girl dizisini izlemeyenler varsa izlesinler bir oturup. Dizi güzel ama müzikleri kesinlikle daha güzel. Hala full versiyonunu elde edemediğimiz bir introsu var gerçi. (Dünyanın en iyi stalker'ı olan Merinosa verdik şarkıyı bulma görevini, o bile bulamadı ama pes etmedi ve şarkının bestecisi ile facebook'ta arkadaş oldu. Gelişmeleri merak etmekteyiz de hatun süper değil mi? )

Intro'sundan başka, dizi içerisinde çalan müzikler de, son zamanlardaki playlist'imi oluşturma da önemli rol oynadılar diyelim. Bu haftanın şarkısı Spinnerette'den geliyor.


0:45'te hatunun Hey'lerden birini kaçırıncaki tepkisi çok tatlı: oops! Tamam Hatunu daha çok sevmiş olabilirim. Zaten albüm kapağına bayıldım. 

13 Ocak 2011 Perşembe

iamsicksonotitle


 

Kaç gündür yazmaya çalışıyorum buraya, olmuyor. Yazının ortasında bir öksürük krizi, hoop dikkatim dağıldı. Koptu yazı, sonra yazarım.

Yani, evet hastayım. Öyle şık bir hastalığımda yok. Bildiğin grip olmuşum. Olan giremediğim iki finalime oldu. Ha gerçi make-up almama izin verdiler ama sözlü olacakmış onlarda. 0'dan iyidir diyerek kendimi kandıracağım şu an çaktırmayın.

Kaç gündür köh köh köh, ciğerlerimi söküp mikroplara hediye edesim var tamamen. Gerçi bence işe yaramaz hale geldiler ama.

Hasta olduğumu duyan herkes, hele en büyük sıkıntımın da öksürük olduğunu duyunca, başlıyorlar kocakarı ilaç önerilerine. Viskiden, zencefile, tarçına, bala, bla bla bla... Hatta birisi, kendimi hocaya okutmamı bile önerdi. Bir arkadaşım ise hastalığımı başkalarına geçirerek iyileşebileceğimi düşünüyormuş. Önerisi, bir gece dışarı çıkıp herkese french vermem yönündeydi. Eğer ateş tarafından ele geçirilmiş olmasaydım deneyebilirdim.

Hayır, zaten hasta olmaktan nefret ediyorum. Tamam, kim sever ki zaten de? Ben ayrı bir nefret ediyorum. Bir de herkes başıma doktor kesilince iyice deliriyorum. Tabii, doktorculuk oynamaya başlamadan önce hepsi anne rolünü üstleniyorlar: Ben sana demedim mi, o kadar açık giyinme diye?

Ha sanki onlar hiç hasta olmadılar.

Nefret etmemin sebebine gelirsek, neredeyse aynalarla sevişecek durumda olan ben hasta olunca aynadan kaçar hale geliyorum. Öncelikle cildim bozuluyor. Saçım bütün gün yatmaktan normalde olduğundan daha garip bir halde, güzel parfümlerim yerine ilaç kokuyorum. En azından güzel pijamalarımı giymek istesem, o güzel olanlar asla sıcak tutmuyorlar. Anladınız sanırım resmi yaklaşık olarak.

Ne güzel ağlamayı bilirim, ne de güzel hasta olmayı. Hani bazı insanlar grip olduklarında falan, huzurlu bir şekilde yatarlar yataklarında. Ciltleri bembeyaz olmuştur ama yanaklarında ateşten dolayı biraz kırmızılık. Yok ben de öyle şeyler. Gözlerim tavşan gözleri gibi, dudaklarım kupkuru falan. O nedenle asla sevgilim gelse de çorba yapsın tarzı kızlardan olamadım.

Bütün seneyi sağ salim atlatıp final döneminde hastalanan diğer bütün bünyelere sevgilerimi yolluyorum buradan.

Son bir şey, şu ilaçların tadını hala katlanılabilir yapamadılar ya... Boğazımı rahatlatsın diye verilen boğaz spreyinden sonra iki saat o tat gitsin diye öksürüyorum. Bir de, o kadar çok ilaç kullanıyorum ki, bence yemek yemesem de olur. 7 ilaç ne lan! Günde bir tane de değil bunlar...

PS: Sonuncu fotoğraf aslında bir fotoğraf değil. Yeni bir akım başlamış scannography ( ya da scanography) diye. İnsanlar tarayıcıyı kullanarak resim (fotoğraf desem değil, resim desem değil) elde ediyorlarmış. Bunu da denemem lazım bir ara. 


PS2: Geçen ateşim çıktığında, içimden bu şarkıyı söylüyordum da... 

9 Ocak 2011 Pazar

Rainbow Cake



Makyaj yazısı, ardından şimdiki yazı. İçimde aslında cici bir kız saklıyorum ben. Sevgili femida, süper bir rainbow pastasının resmini paylaşmış. Ben de tarifini yazayım.


Öncelikle en sevdiğiniz kek tarifini alın yanınıza. Malzemeleri iki ile çarpın. Evet, kocaman bir pasta olacak bu. Karıştırmaya başlayın. Şimdi elinizde kocaman pişmemiş kek hamuru ve gıda boyalarınız var.

Kullanacağınız kek kalıbı önemli. Güzel, yuvarlak bir kap bulun. Şimdi elinizdeki o kocaman hamurun yaklaşık 1/6'sını kabınıza boşaltın. Sonra gıda boyalarınızdan birini alın. (Mor, turuncu ve yeşil yoksa karıştırarak yapın. ) Her neyse, pişme kabındaki keki renklendirin ve atın fırına. Fazla pişmesine gerek yok. Konrol etmek için batırdığınız bıçak pürüzsüz çıkana kadar pişirin yeter.

Tamam çıkarın fırından kabı. Keki de kaptan alın, ve soğumaya bırakın. Kabınızı temizleyin ve bütün renkleri tek tek pişirin.

Şimdi elinizde 6 tane ince yuvarlak ve rengarenk kekler var. Onlar soğurken, bir yerde bol bol krem şanti hazırlayın.

En alta mor keki koyun. Üstüne krem şanti. Mavi kek. Krem şanti. Evet, bence de anladınız.

Şimdi elinizde apartman gibi bir şey var ya, onun üstünü de krem şanti ile güzelce kaplayın. Ve doğruca buzdolabına.

Soğuduktan sonra rainbow kekiniz/pastanız hazır.

PS: Resimdeki gibi bir şey beklemeyin, elde edeceğiniz şey daha, umm, dağınık olacak kesinlikle. 

Gitmeden bunlara da bir bak