I am not Alone

I just thought of something etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
I just thought of something etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mayıs 2011 Salı

Happy(?) Birthdays

15 dakikam var odadan çıkmaya bu yazı biterse o kadar kısa sürede yayınlayacağım yoksa kısmet.

Şimdi bizim arkadaşlarla doğumgünlerimiz önemli olaylardır. Maksat eğlence tabii, ama hep beraber olalım isteriz, hep süslenelim püslenelim, ve herkes gelsin isteriz. 

Son zamanlarda değil herkesi toparlamak, bir kişi ile buluşmak bile o kadar çaba istiyor ki. Neler oluyor be gülüm? 

Tamam, aslında büyükbaş suçlusu benim. Aslında hepinizin bildiği gibi, güzel bir arkadaş grubum vardı. Biraz aksıyordu işte ama yani. Böyle delirdiğim bir anda, daha fazla dayanamayacağımı düşündüm ve bitirdim. 

Ama bencil bir kararın uzun vadeli sonuçlarını düşünmüyorsun, ben sadece 2 kişiyle aramı soğuturken, grubun geri kalan üyelerinin de birbirinden uzaklaşmasını sağlamışım. Sevmemek anlamında değil. Sadece eskisi gibi değil. Olayların üstünden 1 sene geçti tam, ya da o civarlarda. Geçen sene benim doğumgünümden sonra bir daha o kadar eğlenememişiz sanki hep beraber. Doğrudur. 

Hepimizin kendi sorunları var. Bir araya gelince artık,öyle boş muhabbet bile yapamıyoruz fazlasıyla. Hep bir sorun var üstümüzde. Bir değil birden fazla aslında. 

Yani ne bileyim öyle. 

Peter Pan'e özenmemek mümkün mü aslında? Biraz daha küçük olsaydık ne kolaydı hayat. Hani şimdi de çok zor değil de, zor yine de. 

Gerçi hepimize süper uyan bir gün ayarlamak imkansız mesela. Berry bir dalmada, bir yelkende. Suluelma, o hep bir kaçak zaten. Gulchina'yı Okan kaptı. Bizim Dralaye elini sürmüyor, onun doğumgünü ya. Doktor bey, tıp okuyor. Merinos'un annesi Nazi. 

Hadi bunlar çekirdek grubun sıkıntıları. Bir de, kimleri çağıracağım stresi var. Çağırmak istediklerinin bir kısmı rainbow, bir kısmı homofobik olunca sıkıysa sok aynı ortama. Stresten geberiyorsun, yaşadım, biliyorum. 

Ya öyle işte. 

29 Nisan 2011 Cuma

Bust a Move~

Selamlar,

Karşınızda bir kez daha Kırmızışın.

Nerelerde bıraktım sizi. Aradan çok geçmedi aslında ama o kadar çok olay oldu ki, dolu saçmalık aslında özetlersem.

Aslında yazmayacaktım bir daha buraya, güzel de bir veda yazısı hazırlıyordum, eski yazıları da kaldıracaktım hatta. Elim gitmedi bir türlü. Bekledim ve bekledim. Açıp durdum yazma ekranını çıkmadı kelimeler ama bir türlü.

En sonunda yine burdayım. Veda yazısı mı olacak, yoksa blog'a dönüş yazısı mı onu bile bilmiyorum. Sanki ikisinin ortası gibi mümkünse eğer.

Ben bir kez bile uğramazken buraya kapalı kaldığı süre içerisinde, benim yerime de uğrayan insanlar olmuş. Hepsini sulu birer öpücük buralardan.

Düşünüyordum da bu süre içerisinde, blog benim için neydi diye. Kafamı gereksiz şeylerden arındırdığım yerdi aslında. Saçma sapan bir şey beni sinir krizine mi soktu, yazardım buraya, benim derdim olmaktan çıkar başkalarının derdi olurdu artık. Bencilim, evet.

Sıkıntım şimdi ne anlatacağımla ilgili. Çok mutluyum, hiç problemim yok değil olay. Aksine yorgunum, bitkinim. Uyumama rağmen uykusuzum. Dün rüyamda arkamdan "To-do-list"ler kovaladı beni. Uyanıp uyanıp telefona not aldım, unutmayayım diye. Malum sergi düzenliyorum. Havamı da atarım!

Aslında sergi hem sevincim hem de sıkıntım. Bir yandan eğlenceli, bir yandan sorguluyorum ben ne halt yiyorum bu işle uğraşarak diye. Farketmediyseniz ben ekonomi okuyorum, genel kanı VA (Visual Arts) okuduğum yönünde olmasına rağmen. İşte hocalarım, sergide benim de fotoğraflarımın yer almasını istiyorlar. Sorun bence hiçbiri o kadar iyi değil. Hatta kötü. Facebook'ta bilmem kaç tane like almaları bir kıyas değil. Burası böyle.

Sonra başımın belası münazara var. Seviyorum sevmesine. Normalde sevmem insanlarla tartışmayı, çünkü olay benim fikrim senin fikrinden iyi inadına döner. Münazaranın güzelliği orada. Tabii bu sevimli kısmı. Bu haftasonu artık uzmanlaşmış ukala münazaracılar tarafından dayak yemeye gidiyoruz resmen. Korkmuş tavşan bakışları m atsam acırlar mı bana?

Seneye Hollanda'ya exchange'e gittiğimi söylemiş miydim?

Bilmiyorum ne beklerdiniz yazmamı buraya? Güncel olaylardan sinirlendiğim şeyleri mi? RedGirl falan olsaydı domain adım acaba sansür yiyecek miydim?

Kabul ediyorum birazcık özlemişim burayı. Yazmayı değil çok fazla. Yorumları okumayı. Diğer yazarları okumayı. (İki kelime yazıyoruz, yazar oluyoruz ya, hadi neyse...)

Suluelma'm geldi Merinos ile birlikte. Görüşemesek de sık sık. Özlemişim.

Aşk hayatım. Geldik ballı dedikodulara. Yok dedikodu aslında fazla. Çekimlerde tanıştığım bir şahıs vardı, hoş bukleli falan en son. Belki long distance olur dedim ondan. Fönlü halini gördükten sonra pek bir soğudum. Umarım okumuyordur.

Yukarıda yazı silmek falan dedim de, kıyamıyorum aslında. Ama sonunda bir yazıyı kesin sileceğim. Ne işi var sağ kolonda "Canımın sıkılmasından sıkıldım" gibi saçma sapan bir yazının?!

Ne bileyim böyle işte buraları... Any questions?

Sincerely,
Kırmızışın.

20 Şubat 2011 Pazar

Vahşi Güzel

Yazasım yok derken aynı gecede 3. yazı. femida'ya itafen geliyor bu yazı.

Çocukken, annem çalıştığı ve ben okuldan eve ancak akşam dönebildiğim için pek pembe dizi izleyemedim. Rosalinda'lı dönemleri izlemeden atlattım. Gerçi arkadaşlarım yüzünden izlemiş kadar oluyordum.

Ta ki, Vahşi Güzel'e kadar. Ekrana yapışıp kalıyordum resmen her seferinde. Zaten açılışına aşık olmuştum zamanında. Hala da biri aklıma getirince dinliyorum. Bu sefer femida'nın yazısından sonra aklıma geldi, ben de sizinle de paylaşayım dedim.



O değilde, çocukluğumdan bu yana zevkim hiç değişmemiş sanki.


Kitap Kurdu

Uyarı: Aşağıda en sevdiğim aktivitelerimden biri hakkında konuşacağım, yazı biraz uzun olabilir, şimdiden uyardım.

Gerçekten, küçüklüğümden beri baş karakteri kadın olan kitapları sevdim. Hatta, insanlara hobilerini sorarlar, cevap olarak da hep kitap okumak gelir ya, işte ona çok üzülürdüm. Kadın karakteri arka planda olan kitapları okuduğum çok nadirdir. Aynısı filmler ve diziler için de geçerli.

Bu ön bilgiden sonra, konu kitaplar ve kadınlardır desem yeterli olur sanırsam. Öncelikle, günümüz kitap modasından nefret etmekteyim. Parlayan vampirler yeterince kötüydü. Şimdi neredeyse vampir kitapları başlı başına bir tür haline gelmeye başladı. Ama bu başka bir yazıya kalabilir, çünkü içimdeki Twilight "aşkı" bambaşka. Spoiler verecek olursam, bir arkadaşım bana "Twilight"ı sevdiğini bildirdiğinde, kendisi ile neden arkadaş olduğumu sorgulama ihtiyacı hissediyorum.

Devam edelim. Günümüzün ikinci kitap modası: Tarihi romantik. En sevdiğim yazarlardan birinin Jane Austen olduğunu söylemiş miydim? Hatunun bütün kitaplarını Türkçe okuyup bitirince, üzüntüden bir de İngilizce okumuştum kelime oyunlarını yakalayıp mutlu olayım diye. Bu arada kitap okurken, detaylar asıl benim için önemli olduğu için sevdiğim kitapları tekrar tekrar okurum unuttukça. Hala her okuduğumda farklı bir tat aldığımı savunuyorum. Hayır, sonuçta artık gerçekten orijinal bir konu bulmak çok zor. Önemli olan, o aynı konuyu nasıl işledikleriyse, ne zararı var tekrar takrar okumanın.

Tekrar tekrar okumamın bir sebebi daha var, biraz fazla hızlı okuyormuşum ben. Çok basit dilli bir kitabı anlayarak okuma hızım dakikada yaklaşık 2, 2.5 sayfa falanmış. Bu nedenle sürekli kaliteli kitap bulup okumak mümkün olmuyor. Arada bir sürü sabun köpüğü kitaba maruz kalıyorum.

Aslında çok da şikayetçi değilim, zaman geçirmiş oluyorum en azından. En sevdiğim sabun kitap türü de, şu tarihi-romantikler. Tarihi romanları zaten severdim. Sayısını hatırlamadağım kadar çok Hürrem, Cleopatra, VIII. Henry, vs romanlarından sonra gözümü doğal olarak şu an moda olan bu roman türüne çevirdim.

Bir tane okudum eh işte. İkincisi tamam. 3 peh. 4 yaaani. 5, 6, 7,... Sonra dank etti. Sanki hepsi aynı hikaye. Kız sosyete tanıştırılır. Kız muhteşem güzeldir. Adam tam bir çapkındır ayrıca tehlikeldir. Kadın gözüpek, cesur ve akıllıdır. Bir sürü yanlış anlaşılma, kavga ve skandaldan sonra evlenirler. Adam da bir anda Ormanların Kralından, Van Kedisine döner.

Yani "yazar"ların bize yutturmaya çalıştıkları bunlar. Satır aralarına baktığında ise işler daha da komikleşiyor. Kızlar aslında öyle akıllı, mantıklı falan değiller. Kitaptaki diğer hemcinsleri gibi zayıflar, saflık derecesinde idealistler, beyinleri olduğunu savunurken bile beyinlerini kullanmıyorlar falan filan. Baş kadın karakterin, kitaptaki diğer kadınlardan tek farkı, biraz daha gürültücü olmaları sanki.

Erkeklere gelince. Baş karakter, sadist, güven sorunları olan, kaba bir adamken. Sosyetedeki diğer erkeklerin hepsi ya zampara ya da bir dişi vücudu yüzünden hemen şapşallaşan yalakalar.

Kitaplardaki yanlış anlaşılmalar o kadar saçma ki! Zaten olacakları daha karakterleri tanıştırırken tahmin etmek mümkün.

Peki ben neden okuyorum bunları hala? Yeni takıntım. O saçma sapan kitaplar arasından belki bir cevher çıkar ümidiyle okumaya devam ediyorum onları.

Kitap okuyoruz dedim ya, sanmayın sadece bunları okuyorum. Bir kaç sınırlamam var ki, o sınırları da aştığım çok olmuştur. Sınırlara gelirsek, Elif Şafak'ı sevmiyorum. Kadını değil de, kitaplarını. Okudum, sevemedim, yapacak bir şey yok. Başrolde kadın yoksa okumaya pek istekli olmuyorum. Ancak, hani güvendiğim biri tavsiye ederse belki bakıyorum. Sonra, bilim kurguyu kesinlikle sevmiyorum. Filmlerde ya da dizilerde bazen tahammül edebiliyorum ama kitaplarda asla.

Bıraksan ben burada konuşabilirim sanırım kitaplar konusunda saatlerce. O değil de sanırım bana yeni bir kütüphane lazım. Benimki birazcık doldu da.

Bir de favori kitabım Alice in Wonderland. Ama kesinlikle İngilizce olanı. Çevirmenler her ne kadar mükemmel bir iş çıkarmış olsalar da, orijinali daha bir güzel.

Bir de, orijinal mi? yok sa orjinal mi?

Yours Truly,
Kırmızışın

Peek a Boo

Sanırım blog'dan yavaş yavaş soğuyorum. Hala seviyorum burayı, burada tanıştığım insanları. Ama yazı yazmak buraya gittikçe zorlaşıyor.

Okul açıldı işte. Güzel bir dönem başlangıcı oldu bence. Derslerim bu dönem ağır. Öte yandan hepsinden zevk alıyorum. Hem ileride yapacağım iş iyice kafamda şekillenmeye başladı. İyi haber.

En büyük sıkıntım hala öfke sorunum. Onun da üzerinde çalışıyorum. Olmadı psikoloğa başvuracağız artık. Hala gitmememin tek sebebi, seans sırasında sinirlenip paramı heba etmek. Ayrıca şu an için, alışveriş daha yararlı gibi geliyor.

Sonra Suluelma'm ile Curly geliyorlar artık. Çoook özledim çok. Sırf bu nedenle bir kaç gündür şeker gibiyim.

Exchange'e nereye gitsem? Amsterdam? Hala karar veremedim.

Haftaya !f Rainbow partisi var. Gelmeyeni dövüyorlarmış!

İşte gördüğünüz gibi, pek yazacak bir şeyim kalmadı. Aslında bu doğru değil, yazacak çok şey var ama benim yazasım yok. Derken aklıma gerçekten yazabileceğim konular geldi. Bakalım becerebilecek miyim onlardan kocaman yazılar yapmayı.

Son olarak, aslında hissizleşmişim sanki. 2 saattir Sezen Aksu dinliyorum, gözlerim hala kupkuru ve yanmıyorlar.

Peace Out
Kırmızışın

30 Kasım 2010 Salı

O Bi Bencil, Bencil!

Şimdi bir sorunum var benim.

Kendimi anlatan sıfatlardan biri olarak bencili kullanırım. Öyle aşırı bir bencilliğim yoktur ama bencilim sonuçta; bazı konularda gizliden gizliye, bazılarında açıktan açığa.

Şimdi benim kendimde bencilce olarak değerlendirdiğim hareketleri görünce mecburen onlara da bencil demek zorunda kalıyorum.

Özet: Dünyanın çivisi çıkmış. Suçu saçma sapan video'lara atıyorum.

PS: Facebook "like" bağımlıları için tedavi kliniği açılmış.
PS2: Wikileaks bilmem iki gündür uykumun içine sıçıyor. O nedenle bu saçma yazı.
PS3: PS3 vardı ama "Pilates" şarkısı girince background müziği olarak, unutuverdim.
PS4: Nil Karaibrahimgil'in şarkılarından süper başlıklar olmaz mı?

10 Kasım 2010 Çarşamba

Tralalalalala~!

Yaaa bu yeni nesili neyle besliyorlar? Hepsi ayrı gerizekalı!

Blog yazılarını okuyan internet insanlarının aktif birer facebook kullanıcısı olduğunu varsayıyorum. Son günlerde "I will always love you" söylemeye çalışırken, hatları karıştırıp çığlık atmaya başlayan bir hatun gündemde. Bugün de, Titanic'in soundtrack'ını söylemeye çalışan bir kızcağızın videosuyla karşılaştım.

Nerden geliyor bu orjinal fikirler? Tuvaletini yaparken şarkı söyleyen kızı hatırlayan?

Dada'nın kurucuları gurur duyardı sanırım bu nesille.

Her geçen gün daha da garip videolar türerken, insan gelecekten korkuyor.

6 Kasım 2010 Cumartesi

My poor eyes

Kaçınız insanların garip profil fotoğraflarından sıkıldınız? Garip simli pullu canımlı cicimli garip garip şeyler. Tabii bir de contrast'a abanan bir grup var.

Hani, insanların kendi zevkleri karışmamak lazım da, gözlerimi acıtıyorlar. Silsen bir türlü, silmesen bir türlü. News Feed'e çıkmamasını sağlıyorsun, adam geliyor yorum yapıyor bulduğu her şeye..

Falan filan derken, bu acemi 'şopçu' insancıklara en azından PhotoFunia'yı öneriyorum. En azından kendilerini kocaman reklam panosuna koyarlar da, egoistliğine gülüp geçer gideriz.

PS1:Bu arada Photoshop'ta bir şeylerle uğraşmaya şoplamak terimini uygun gören insanlardan nefret ettiğimi söylemiş miydim?

PS2: Son olarak geçen gün çizim dersine ödevim vardı: Kendi portreni, aynaya baka baka çizecektin. Bundan sonra milleti kendimden uzaklaştırmak için o çizimi kullanabilirim. İyi yanı: Bir gün suç işlersem ve görgü tanıklarına robot resmimi çizdirirlerse, kimse beni tanıyamayacak.

PS3: Radara giriyormuşum lan artık. Hmms.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Ready! Set! Go!

Çok sevgili bir hocam vardı, kendisini "Ben profesyonel öğrenciyim." diye tanımlardı. Benim öyle bir iddiam yok gerçi. Öyle böyle bir öğrenciyim işte. Ama şans bu ya çok ilginç hocalarla tanışma şansım oldu.

Hani dizi, filmlerde olur ya, insanı gaza getiren bir müzik/resim öğretmeni. Yoktu onlardan ben de lisede işte. Resim hocam, resimlerimi hiç beğenmezdi. Gerçi en kötü hakareti olan spastik lafını üzerimde kullanmadı ama siz demiş sayın. İşin komik yani: Çiziyom ben ya!

Müzik hocam biraz daha iyiydi. Tonton, şişmanca bir adam. Hani şirin cüceler olur ya kitaplarda onlardan. Ama yazık adama vermişler bizim gibi orman kaçkını sınıfı. Ninni niyetine "Bilal Oğlan" ı söyledi bize. En azından fasıllarda rezil olmuyoruz.

Edebiyat hocaları bakımından şanslıydım şimdi. Sadece bir tane kendini bilmezle karşılaştım, Charles Dickens'ı adamdan saymazdı kendisi. Geri kalanının üzerimde hakkı fazladır. Ama gel gör ki, hala "spelling check" kullanıyorum şu salak blog'u yazarken.

Bunlar genel olarak lise tayfası. Üniversitede durum bambaşka. Dersler zaten bir garip, hocalar daha da garip.

Değişmeyen şeylerden biri kendi kendine espri yapıp gülen sevgili öğretmenler. Biz anladık dersi bir dönemde de, onlar anlayamadılar hala birer Cem Yılmaz olmadıklarını. Ama bir tanesi vardı ki, gülmesi evlere şenlik.

Gülme demişken, işte bu espri yapma işinden hiç anlamayan bir tanesi, bir gün bütün amfiyi güldürmeyi başarmıştı. Gerçi sözcükler değil, hapşurması sağlamıştı gülmemizi ama olsun.

Biz öğrenci tayfası, lanet insanlarız. Genel olarak, hepimiz kendimizi dünyanın sahibi olarak görüp, haklarım var benim, ezemezsiniz beni diye dolaşırız ortalıkta. O hoca benim, diğeri senin diye dolaşır dururuz.

Kolay ders ararız. Ders çok kolaydır ama derse devamlı gelene, burun kıvırır gitmeyiz. Ödev yapmayız. Essay yazmayız. Sonra ama hoca şerefsiz deriz A gelmeyince.

Hayır, hocalardaki de asıl bir iyi niyetse, maşallah, her nazımızı çekiyorlar. Bazen akademisyen ol diyorlar da bana, olası öğrencilerimin akıl sağlığını düşünerek reddediyorum.

Yani demek istediğim, yeni okul yılı başlamıştır. Yurt, ders hayatımız hayırlı ola~~

PS: Başlık bir yerden tanıdık geliyordu. Araştırdım, baktım Tokio hotel'in bir şarkısının adıymış. Alakam yoktur ama.
PS 2: Bu yazı kolpa oldu ama, okul başladı malzeme çoğaldı.
PS3: Biri bana VA (Visual Arts) değil de, ekonomi okuduğumu hatırlatsın.

5 Eylül 2010 Pazar

Çocuk mu? Arrrgh...

Çocuklardan nefret ediyorum!

Gerçekten, seven insanları da anlayamıyorum, aynen onların benim nasıl sevemediğimi algılayamadıkları gibi.

Büyük birer böcek gibiler. Her yerde dolanıp, her deliğe giren, sinir bozucu ve kovmanın imkansız olduğu bir tür böcek.

Tamam itiraf ediyorum güzel çocuklar var, ama onları bir dergide görmeyi tercih ederim.

Bu çocukların en sevmediğim yanı da sürekli viyaklamaları. Ulan, şeytan diyor, git çak suratına bir tane susmadı mı? Bir tane daha!

Falan filan, çocuk gürültüsüyle dolu bir yolculuk geçirdim de, biraz fazla asabileştim viyaklamalara karşı. Çocuklara da verilsin, sakinleştirici ilaçlar. Ne farkları var evcil hayvanlardan? :(

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Boyatsam mı?

Saçlarımdan sıkıldım. Kestirmek istemiyorum boyatsam mı acaba? Ama hangi renge?

Ne zaman saçlarımı değişik bir renge boyatmayı düşünsem hep bu sorun çıkıyor karşıma kırmızı değilse hangi renk?

Ve yine cevap bulamadığım için yine vazgeçiyorum.

Belki tatilden dönünce, saçımın rengi iyice açılacağından bir değişiklik yapabilirim. Sarı mı yapsam acaba? :P

5 Ağustos 2010 Perşembe

Duygusal Ergen

İnsanın kardeşi olması zor be. Hele erkek ergen bir kardeşin varsa daha da zor. Hahaha! Eminim başlığa bakınca başka bir yazı düşündünüz!

Bütün okul dönemi eve olabildiğince seyrek uğrayınca anlamamışım da, bebeğim olmuş kocaman ergen. (Duygusal ergenin emolar üzerinde harcandığını söylemiş miydim daha önce? Kesinlikle emo olmayan ergenler için de kullanılmalı.)

Kendimi resmen ablalık içgüdülerimle savaşırken buluyorum. Bir yandan onun için neyin iyi olduğunu görebiliyorum. Ama bir yandan yapmak istediklerinin onun için iyi olacak şeyler olmadığını da biliyorum. Korumacı abla ile işbirlikçi abla arasında kararsız kalıyorum resmen.

Keşke güvenebilsem kendi yolunu bulacağına...

İşte aslında tam bu nedenlerle çocuk sahibi olmak istemiyorum. O kadar emek harcayacağım, yatırım yapacağım çocuğun üstüne sonra gidecek serseri olacak başıma. Cık. Yok öyle bir dünya. Zaten anne-babalığın kan bağıyla oluştuğunu sanmıyorum. Bence tamamen işe yaramaz çocuklarını sevmek için zavallı ailelerin uydurduğu bir yalan kan bağından doğan sevgi.

İşte bu da öyle bir yazı oldu. Gece gece biraz kafamı boşaltmam gerekti de...

2 Temmuz 2010 Cuma

No. No. Nononono~! No!

Do I attract you?
Do I repulse you with my queasy smile?
Am I too dirty?
Am I too flirty?
Do I like what you like?

Sevgili blog;

Hayatım biraz fazla monotonlaştığı için yazmıyorum artık sana demek isterdim ama olmuyor. Aksine biraz arkadaş draması biraz aşk karmaşası içerisindeyim. Ama iki durumu da anlatıcak halim yok açıkçası. Bir de sanma ki, çok popülerim o nedenle oluyor bunlar. Aksine bir kaç arkadaşım, hmm eski arkadaşım desek daha doğru olur, sanırım benden nefret etmeye başladılar. Aslında nefret değil de, böyle küçümseme acıma arası duygularla bakıyorlar. Yazık diyorum kendilerine, hani o kadar küçüldülerki aslında gözümde ve kalbimde, onlara kızmak için bile güç harcamıyorum.

Ama kendime not: İyi ev kızı taklidi yapmayıp gerçekten iyi ev kızı olan kızlardan uzak dur. Özellikle pembe filtreli at gözlükleri varsa.

Aşk konusuna gelince. Şehvet aşk değildir, kardeşim. Bir kaç saatliğine çekici gelmiş olabilirim gözünüze. Ama bu gözünüz de kalplerle dolaşmanız için sebep değil. Hele de o kalplerin sebebi, ben değil de dekoltem ise. Hani dürüst yaklaşsanız daha çok şansınız vardı.

Yani aslında size bir şey anlatmadım daha çok kendi kafamı boşalttım uykudan önce ama şu sıralar pek kendimi sevdirmiyorum çevremdekilere sanırım. Nyaaa~!

Alakasız ama yazmak istedim bunu da. Bugün (aslında saat itibariyle dün) bir düğüne gittik. Düğünleri sevmem de, düğün dedikodularını severim. Kim ne giymiş falan filan. Ben de işte kendi düğünüm nasıl olsun ondan bahsetmek için ağzımı açtım. Annem kızım sanki evleniceksin de konuşuyorsun diyerekten lafı ağzıma tıkadı. Evlenicem ben ya, sonra üstüne boşanıcam, gerçekten kara dul olucam.

PS: Ulan, annem de okuyormuş blogu, benim yazdığım şeylere bak. Dikkatli olmak lazım biraz daha.
PS2: Evet, yazıyı gerçekten Nyaaa~! diye bitirdim. İçimdeki minik nerd büyümeye çalışıyor.
PS3: Başlık ne alaka ben de bilmiyorum.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Yaş

Şimdi ortalama insan ömrü gittikçe kısalıyor değil mi? Peki, eskiden insanlar daha erken hayata atılıyorlardı bu da bir gerçek. Mesela 20 yaşlarında evlenmek normal bir şeydi. Yani hayatlarının kontrolunu daha erken ellerine alıyorlardı. Şimdi bir de bize bakalım. 20 yaşındayım, hala okuldayım. En azından bir 3 sene daha üniversite bir de üstüne MBA durumları var. Mezun olma yaşım oldu mu 25. Daha bunun adam akıllı iş sahibi olma sıkıntısı ile geçicek bir süre var. İnsan ömrü de kısalıyor demiştik. Bu durumda bizim adamakıllı yaşayacak daha az vaktimiz mi var?

Üzücü.

PS: Başlık yazmaktan nefret ediyorum sanırım.

Gitmeden bunlara da bir bak