I am not Alone

30 Ocak 2011 Pazar

Sound of the Week #4

Şu Sound of the Week'leri her hafta yapıyorum ya, bazen sırf iki tanesi ardı ardına gelmesin diye yazıyormuşum gibi geliyor.

Bu haftanın şarkısı, bu haftanın konusundan esinlendi yani 24+, alkol yönetmeliği falan. O nedenle birazcık eski bir şarkı.

Grubun adı "The Pleasure Seekers". 1960'lardan bir grup. Tamamen kızlardan oluşuyor. Suzi Quatro'nun da ilk grubu oluyorlar. Şarkının sözlerine dikkat lütfen!


Ancak yazıyı yazarken farkına vardım ki, Muzicons'da kayıtlı değil şarkı. O nedenle haftanın şarkısı olarak kullanamadım ama hemen aklıma gelen ikinci şarkıyı ekliyorum. 

Eminim çoğunuz zaten dinlemişsinizdir.
 

Mika'ya geçen seneki konserden beri tapıyorum zaten. Hani Miller sponsorluğunda düzenlenen. Hani artık düzenlenemeyecek olan. Hani Miller içki markası ya. Yani One Love'da yok bu sene. Onun da sponsoru Efes ya... 

28 Ocak 2011 Cuma

These boots are NOT made for walking

 
Paolo Nutini - New Shoes

Ekran karşısında orgazm geçirmiş olabilirim. İçimdeki alışverişkolik çığlıklar atıyor.

Cassette Butik. Duyanlar vardır. Duymayanlar için dünyanın en güzel ayakkabıları var orada. Bir kaçını paylaşacağım hemen sizinle. Ben sevdim, siz de sevin diye.

İşte hazır modum gelmişken, ayakkabılar hakkında atıp tutayım dedim.

Küçük bir çocukken, gizli gizli annesinin topuklularını giyenlerdendim ben. Ama benimki, erkek Fatma olunca, giyebileceğim topuklu sayısı sınırlı oluyordu. Ama hatunun düğününde giydiği beyaz topukluya hala taparım. Annem her yakaladığında kızardı. Ayağımı inciteceğimden korkardı. O işteyken gizli gizli denerdim ben de.


Sonra büyüdüm. 36 numara oldu ayaklarım. Kurtuldum saçma sapan çocuk ayakkabılarından. Gelsin topuklular. Evet, kokoş bir çocuktum ne yazık ki. Şimdilerde bebekler için bile topuklular çıkarmışlar. İşte bizim zamanımızda yoktu onlardan.

Sonra lise. Converse. Sürüye uydum. O yaşıma kadar rahat rahar giydiğim topuklularla rahat edemez oldum. Balo gecesini çıplak ayak bitirenlerdenim işte. Converse'e dönersek. Pullu Converse olmaz. Topuklu Converse olmaz. Converse dediğin düzdür, klasiktir. Ama hala acırım o kolayca yırtılan bez parçasına verdiğim paraya. Üstelik rahat da değildi. Zavallı ayaklarım ve Arnavut kaldırımları... Ayrıca beyaz Converse'siz tamamladım bu dönemi ben. Sonuçta metalci hatundum.


Ahh sonra geldi üniversite. Kadınsı olma çabalarım artık. Gece Converse ile gidemeyeceğim mekanlar. Converse kaldırmayan kıyafetler. Topuklular. Uzunca süre acı çeken ayaklarım. İnat ettim. Sabır. Öğrendim. 12 cm de neymiş artık diyorum, eskiden 5 cm topuk üzerinde 2 saat duramayan ben. Şimdi tek hedefim kırmızı bir topuklu.

Ve sıra geldi tapılası ayakkabılara. Her birini istiyorum. AMA hem pahalılar. Onu geçtim, benim ayak numaram sıkıntılı. Lanet olası doğa. Her neyse ben gidiyorum ve sizi ayakkabılarla baş başa bırakıyorum.








Sanırım aslında ayakkabıdan çok, Oxford'lara karşı bir sevdam var. 

Bu da butiğin Facebook sayfası, ilgilenenlere duyurulur: [Link]

Bu arada, umarım bizde de, renkler kaybolup her şey simsiyah olmaz, yazıyı okuyun anlarsınız ne demek istediğimi. [Link]

Gerçekten son bir şey, "Canımın sıkılmasından sıkıldım" gibi saçma sapan bir yazının ne işi var orada, çok okunanlar arasında. İlgi çekici başlığın gücü?

Son bir ekleme, şarkının sözlerine dikkat etmişsinizdir umarım. 

27 Ocak 2011 Perşembe

24+



Yazmayacaktım böyle bir yazıyı. Ne gerek var her kafadan aynı sesler çıkıyor zaten. Ama sonra, bir ses de benden çıksın. Bir tepki de benden gelsin dedim

AKP hükümetini sevmiyorum. Zaten heriflerin düşünce yapısını sevmiyordum. Ama son zamanlardaki yaptırımlarından nefret ediyorum. En çok da, yaptıkları uygulamaların Zaytung haberlerinden bile absürd olmasından nefret ediyorum.

24 yaşına kadar bir nevi çocuk sayılıyorum hala, neyin iyi neyin doğru olduğuna karar veremiyecek bir çocuk. Bu  nedenle bir çok festivale/konsere katılamayacağım. Çünkü sponsorları alkol firmaları. Ama sonuçta devletimin amacı beni korumak değil mi?

Öte yandan devletim asıl çocukları koruyamıyor ne yazık ki. Alkolden bağımsız olarak, işlenen çocuk tacizlerinin önüne geçemiyor ne yazık ki.

Çocuk yaşta evlendirilebilirdim ben. Buna karşı da koruyamıyor devletim beni. Ama sanatsal aktivitelerde korunuyorum artık çünkü zaten bütün sorunlar hep galeri açılışlarında, müzelerde çıkıyor zaten. Öte yandan, ne gerek var gidip de, bir kaç ucubeyi görmeye?

18 yaşında devletim izin veriyor silah sahibi olmama. Çünkü biliyor ki, ben artık kendi kararlarımı verebilirim. Ama alkol almamı istemiyor. Hani kazara, o ruhsatlı silahı ateşlerim diye.

Ama yanlış anlamayın devletim iyiliğimi düşünüyor benim. Eminim.

Kendimi koruyamayacak yaşlarımdayken, beni tek başıma bırakması tamamen güçlü olmamı istediğinden aslında. Zorluklarla karşı gelebileyim diye ileride.

Kendimi koruyacak yaşa geldiğimde ise kendi kendimi korumamı istemiyor aslında. Zaten çok yoruldun diyor bu yaşına kadar. Bırak ben senin yerine karar veririm neyin iyi olup neyin olmadığına zaten.

Ne gerek var Blues dinlememe? Ne gerek var Babylon'daki öcülerle beraber müzik dinlememe? Poligonda atış talimi yapabilirim onun yerine.

Hem zaten ekonomik kriz falan var. Zam geldiği de yok, enflasyon yok gibi bir şey ya. Param cebimde kalsın. Ne gerek var bir biraya verdiğim paraya.

Karşıyım bu yeni yönetmeliğe. Gerçek çocuklar, küçücük yaşlarında evlenebiliyorlar, daha bebekliklerinden beri çalışma hayatının içine atılıyorlarsa, bizi, dana kadar olmuş çocukları korumayın siz. Merak etmeyin biz koruruz kendi kendimizi bir şekilde. Ruhsatlı silahlarımız var sonuçta bizim, bizi koruyacak.

Ahh unutmadan, kokain kullanma yaşı 14'lere düşmüş buralarda. Sanırım o alkol yerine onları kullanmamızı tercih ediyorsunuz?

Bazı 'arkadaşlarım' durumları karıştırmamamı söylüyor. Alkol yasağıyla ruhsatlı silah iznini birleştirip bir sav oluşturamazmışım. Ya da çocukları katamazmışım. Kusura bakmayın ama, ben hasta olunca ilk iş olarak parmaklarıma manikür yaptırmaya gitmiyorum, önceliklerim farklı hani.

Şerefe,
Kırmızışın.

23 Ocak 2011 Pazar

Sound of the Week #3

Yeni bir haftanın şarkısı. Bu şarkıyı sadece klibinden dolayı da seçmiş olabilirim bilemedim. Gerçi şarkı da hoşuma gidiyor, rahatlatıcı bir etkisi var üzerimde, bilemedim yine.


Klipte Seven Deadly Sins ve Four Horseman'ı yakaladınız mı bilemedim ama bence olmuş yaa. Bir de, nowhere no ile where 'in birleşimi ya aynı zamanda now ile here'ın birleşimi de oluyormuş. Yeni farkettim, büyük başarıymış gibi sizinle paylaşıyorum. İşin kötüsü, kelimeyi artık yanlış telaffuz ediyorum sanki. Afferin bana.

Bu arada Magnetic Man'in Perfect Stranger şarkısı da pek bir dinlenesi.

Glee başlayınca, Sound of the Week'ler çarşamba günü gelmeye başlayacaklar. İki şarkı paylaşacağım, biri o haftaki  Glee bölümünden olacak diğeri de şu ana kadar olanlar gibi. Evet, herkesi Glee fanı yapmadan vazgeçmiyorum.

xxx,
Kırmızışın

Kafamdaki Tilkiler

Blog'a kendimce ara verecektim aslında. Karar verme aşamasındaydım bir nevi. Kimliğimi tamamen gizleyerek yeni bir blog mu açsam diye düşünüyordum. Tamam, şimdi de bas bar bağırmıyorum ama sorun da zaten internetten insanların öğrenmesi değil her şeyi. Umrumda bile olmaz aslında, tanımadığım biri hakkımda her şeyi bilse. (no offense) Sorun bir çok arkadaşımın bu blog'u bilmesi birazcık. Okuması. Üzerine düşünmesi.


Öğrenmelerini istemediğim şeyleri öğrenmeleri falan. Bilmiyorum işte öyle sıkıntılar. Eminim bütün blog yazarları düşünmüştür bu konuda. Kimliğimizi saklayınca saklanmış mı oluyoruz aslında, yoksa özgür mü? Derken, aslında bu bir başka tartışma konusu benim derdim benimle.

Yarın aslında bir "date"im vardı benim. İptal ettim. Bilmiyorum içimden gelmedi pek, dışarı çıkmak. Evet, babaanne modlarındayım.

Aslında sorun şu ki, hastalık final dönemi derken fazla yorulmuşum. Başkasını mutlu etmeye çalışmaya, anlamaya pek bir vakit harcayasım yok. Bencildim, bencillik katsayım arttı. İçime kapanayım istiyorum. Hah işte bu mod ile benim asabiyet sorunum birleşince ortaya çıkan şey hiç hoş olmadı.

Sinir sorununa değinmiştim bir ara. Normalde pek şeker bir insanım aslında. Öyle gülümserim falan sürekli, depresif bir insan hiç değilim mesela. Ama gel gör ki, en ufak, saçmasapan bir şey beni sinirden delirtebilir. Geek'lik yapıp şöyle açıklıyorum durumu, süper güçlerim olsaydı, geçen gün arkadaşım aradığım zaman telefonunu açmadığında dünya 2012'yi göremeden yok olmuş olurdu.

Sorun ne? Bir anda aşırı sinirlenmem. Yarım saate ciddiyim bir şeyim kalmıyor ama o yarım saatte neler neler yaptım ben. Arkadaşlıklarımı mı bitirmedim, gereksiz yere tokat mı atmadım (Çocukken, direkt tekme tokat dalıyormuşumda, şimdi sıfatım hanımefendi ya ayıp oluyor. ) , elime ilk gelen teknolojik aleti mi parçalamadım falan filan... Böyle sinirlenince sadece bir şeyleri kıran döken insanlardan olsaydım keşke. Temiz. Ne bok yemeye alıyorsun uzun vadeli kararlar değil mi?
Ciddiyim, uğraşıyorum o yarım saati kazasız belasız atlatmak için. Olmuyor. Yarım saat boyunca derin nefes almayı denedim. Daha da sinirlendim. Bir kadeh her şeyi yatıştırır dedim, duygularım katlanarak arttı. Yazayım dedim, sinirimin sebeplerini sağlamlaştırıp işi uzattım. Dizi/film izleyeyim dedim, bilgisayarı kırıyordum. Bir kaç kişi dinlendirici mutlu edici müzik dinle dedi. Her şarkı sözü daha da battı. Hay bin şeytan!  Hah, şimdilerde resim yapmayı deniyorum. Resim yaparken sinirlenmediğim sürece iyiyim gibi. Geçen pek sevgili F kalemimin ucu ard arda 3 kez kırılınca deliriyordum resmen. İçime şeytan kaçıyor bence sorun bu aslında, peki nerede benim Constantine'im, Sam&Dean'im? Ya da Pandora'nın kutusundan benim payıma düşen wrath olmuş.

Nereden geldik biz sinir konusuna onu da bilemedim de geri dönersek aslında olmayan konuya. Farkettiyseniz, klavyenin götürdüğü yere git modlarındayım biraz. Olsun kafamda kalıp, beynimdeki gereksiz tilkilerden biri olacağına, içimden kusmuş olayım. Kafam rahatlamış oldu en azından biraz. 

Dışarı çıkmak içip dağıtmak istiyorum aslında bir kaç zamandır fazla kontrollüydüm. Öte yandan dışarı çıkmak istemiyorum çünkü yeni iyileştim çünkü yeniden hasta olmak istemiyorum. Bir de eski defterleri açasım var. Çok eskilerini, daha yenilerini. Ama ne olursa olsun açılmaması gerekenleri. Alkole güvenemiyorum açıkçası kanımdaki. Şerefsiz arkadaşlarıma da güvenemiyorum ki, ne zaman uyarsam beni fazla içirmeyin diye, onlar ısmarlıyorlar içkileri. Hayır, telefonumu versem sahip çıkmaları için. İnternet var. Numaralar ezberimde.

Bir de gereksiz yere çevremden artık single olmasan baskısı görüyorum. Rahat bırakın lan beni. İlişki sevmiyorum belki, ya da ne biliyim ilişkiler beni sevmiyor.

Bu kadar kafanızı ütüledikten sonra ben kaçarım.
Sevgilerle;
Kırmızışın


  • PS: Bir gün size normalde verdiğimden ters cevaplar verirken görürseniz beni, özellikle gülümsemiyorsam, kaşlarım çatıksa, derin derin nefes alıyorsam sinirliyimdir. Yatıştırmaya yönelik yapacağınız her şey beni sadece daha da çok sinirlendirecektir. Ne yazık ki, haklı olsanızda size hak vermeyeceğimdir. 15dk sonra gönül rahatlığıyla görüşebiliriz ama.
  • PS2: Şu başlık bulma olayı beni ne kadar sinirlendiriyor bir bilseniz! Taslaklarım bitmiş yazılarla dolu desem.... Yani saçma başlıklar, ilgi çekmek istememden değil beceriksizliğimden.
  • PS3: Bem 50X70cm'e bir portre çizemiyorum doğru düzgün adam oyuncak bebekler üzerinde harikalar yaratıyor. http://noeling.deviantart.com/

21 Ocak 2011 Cuma

Harç Hurç Hash Hash

Final dönemiyle ilgili yazmıyorum zaten herkes yazdı yeterince. Procrastination arkadaşlarıma sevgilerimi gönderiyorum sadece, bloglarınızla beni yalnız bırakmadığınız için.

Benim derdim final projesiyleydi daha çok. Şimdi sene başında bir gazla çizim dersini aldım okulda. Elma, armut gelmesin aklınıza ilk günden koydular önümüze iki model, çizin dediler. Bir şekilde 4 ayı atlattık. Dönemin sonunda da proje istediler benden.

40 saat! Artı-eksi 5saat. Saçma sapan bir heykel büstünü çizdim işte. Altta işin başlangıç aşaması bulunmakta.


Bitince ne değişti derseniz? Ortaya çıkan şeyden gayet memnunum aslında. Paylaşmaya hazır mıyım bilemedim ama. Güzelim kalem setimden 5 kalem bitti. Hayatımda ilk defa kalem bitirdim. Oda arkadaşım harç hurç hash hash seslerinden delirme sınırına geldi. Çünkü o 50X70 cm'lik portre tamamen H, 2H vb kalemlerle yapıldı. Bir kutu peçete bitti bu sırada, yaklaşık bir kutu da kulak çubuğu. Bir kaç silgi bitti resmen. Onu geçtim, kalemtraşım eskidi. Haaa bir de, çizerken aşırı sıkıldığım için, bir yandan da dizi/film izliyordum. Bütün stoğum tükendi. Tam da okulda internete indirme sınırı geldiği sırada. Ayrıca kıçım aynı sandalyede oturmaktan düzleşti. İki parmağım yara oldu. Hmm bir de, mızmızlanma katsayım arttı. 

Sevgiler... 
Kırmızışın

PS: Masamın dağınıklığına aldanıp hakkımda kötü şeyler düşünmeyiniz lütfen... Bu sene gayet düzenliyim.

17 Ocak 2011 Pazartesi

I missed you, friend.

You have absolutely no idea how much i missed you.

I missed laughing about small things that are not even funny.
I missed making fun of the Curly.
I missed cooking for you, and you cooking for me.
I missed you and I talking loudly in the street and our so-fucking-what attitude that comes with the whole package.
I missed talking about boys with you and chatting about girls.
I missed sharing a good smoke.
I missed depending on you to make me smile.
I missed you getting serious when i actually needed.
I missed you.
I missed you getting jealous over small things.
I missed gossiping about fuck-damn-everything.
I missed you so much that i couldn't write all of these in a short facebook comment.
I missed you.
I missed you.
I missed you.

And quoting you;  missing you and telling how much i missed you is definitely not procrastination. I love you, my friend.

I love you for loving me and love you for being you.

Yine hasta ben...

Bilmiyorum dersleriniz ne durumda falan. Ama benim hep iyiydi şu ana kadar.Yani zeki kızdım, çok çalışmazdım hallederdim bir şekilde. Çok fazla sallamadığım, boşladığım sınav oldu. Yeri geldi işte curve'e güvendim, yeri geldi diğer notlarıma. Sallamadığım zamanlarda bile hep benim seçimimdi. Biliyordum, bir kez okumam yetecekti. Okumak derken, göz gezdirmekten bahsediyorum. Evet, zekiyim demiştim.

Birazdan dünyanın en saçma sapan dersinin make-up finaline gireceğim. Sanki keyfimden kaçırmışım ilk finali gibi bir de üstüne sözlü yapacak. Hadi normalde o bile sorun olmaz da, şu an insanlar adın ne diye sorunca bile ebliyorum resmen. Beynimi almışlar içini samanla doldurmuşlar sanki.

Grip geçti. Tam rahatladım. Başım dönüyor, midem bulanıyor. Hadi bir daha doktora sorun neymiş: İlaçların yan etkileri.

Salla diyorum kendi kendime sürekli. Önemli değil şu sınavlar falan. Yok olmuyor. Bunca seneden beri programlamışlar içime, kötü not alamazsın sen diye.

Dışarıdan baksan, dünyanın en rahat insanıyım sınavlar konusunda. Hiç sallamıyorum sanki. Yok be güzelim, sallıyorum da, içimden.

Mızmızlanasım var çok feci. Herkes sınava çalışıyor. Yazıktır milleti rahatsız etmiyeyim diyorum. Sustum. Zaten tam ağzımı açıcam, onlar mızmızlanmaya başlıyorlar.

10 günden fazladır hasta olunca insan iyice bir de depresifleşiyor. Hava da sağ olsun, çok iç açıcı.

Pes etsem mi, etmesem mi?

Uyumak istiyorum sadece, uyumayı sevdiğimden değil, uyumaya ihtiyacım olduğundan.

Birazdan işte sözlüye gireceğim. En azından 10 dakikada bitecek. I don't know. I don't know. Bla bla bla. I don't know.

16 Ocak 2011 Pazar

Kıskanmak... Kıskanmak...

Dün bunları gördüm. Kıskançlıktan çatlıyorum şu an. Çin ekonomisi çalışmam gerekirken, bunları sizinle paylaşmamın nedeni ne onun için de en sondaki video'yu izleyiniz.



Photoshop'ta fotoğrafları siyah-beyaz yapıp, üstüne çizim efekti benzeri şeyler yapsam bu kadar olmaz. Çizerin diğer eserlerine bakmak isterseniz : [Link]



Ve şimdi de, hepimizin tanışık olduğu bir konsept üzerine hazırlanmış güzel bir video: 

14 Ocak 2011 Cuma

Sound of the Week #2

Yatakta geçirdiğim bir kaç günden sonra iyice sıkıldığım için ve yapacak başka bir şeyim kalmadığı için, bir gün önceden hazırlıyorum bu yazıyı.

Lost Girl dizisini izlemeyenler varsa izlesinler bir oturup. Dizi güzel ama müzikleri kesinlikle daha güzel. Hala full versiyonunu elde edemediğimiz bir introsu var gerçi. (Dünyanın en iyi stalker'ı olan Merinosa verdik şarkıyı bulma görevini, o bile bulamadı ama pes etmedi ve şarkının bestecisi ile facebook'ta arkadaş oldu. Gelişmeleri merak etmekteyiz de hatun süper değil mi? )

Intro'sundan başka, dizi içerisinde çalan müzikler de, son zamanlardaki playlist'imi oluşturma da önemli rol oynadılar diyelim. Bu haftanın şarkısı Spinnerette'den geliyor.


0:45'te hatunun Hey'lerden birini kaçırıncaki tepkisi çok tatlı: oops! Tamam Hatunu daha çok sevmiş olabilirim. Zaten albüm kapağına bayıldım. 

13 Ocak 2011 Perşembe

iamsicksonotitle


 

Kaç gündür yazmaya çalışıyorum buraya, olmuyor. Yazının ortasında bir öksürük krizi, hoop dikkatim dağıldı. Koptu yazı, sonra yazarım.

Yani, evet hastayım. Öyle şık bir hastalığımda yok. Bildiğin grip olmuşum. Olan giremediğim iki finalime oldu. Ha gerçi make-up almama izin verdiler ama sözlü olacakmış onlarda. 0'dan iyidir diyerek kendimi kandıracağım şu an çaktırmayın.

Kaç gündür köh köh köh, ciğerlerimi söküp mikroplara hediye edesim var tamamen. Gerçi bence işe yaramaz hale geldiler ama.

Hasta olduğumu duyan herkes, hele en büyük sıkıntımın da öksürük olduğunu duyunca, başlıyorlar kocakarı ilaç önerilerine. Viskiden, zencefile, tarçına, bala, bla bla bla... Hatta birisi, kendimi hocaya okutmamı bile önerdi. Bir arkadaşım ise hastalığımı başkalarına geçirerek iyileşebileceğimi düşünüyormuş. Önerisi, bir gece dışarı çıkıp herkese french vermem yönündeydi. Eğer ateş tarafından ele geçirilmiş olmasaydım deneyebilirdim.

Hayır, zaten hasta olmaktan nefret ediyorum. Tamam, kim sever ki zaten de? Ben ayrı bir nefret ediyorum. Bir de herkes başıma doktor kesilince iyice deliriyorum. Tabii, doktorculuk oynamaya başlamadan önce hepsi anne rolünü üstleniyorlar: Ben sana demedim mi, o kadar açık giyinme diye?

Ha sanki onlar hiç hasta olmadılar.

Nefret etmemin sebebine gelirsek, neredeyse aynalarla sevişecek durumda olan ben hasta olunca aynadan kaçar hale geliyorum. Öncelikle cildim bozuluyor. Saçım bütün gün yatmaktan normalde olduğundan daha garip bir halde, güzel parfümlerim yerine ilaç kokuyorum. En azından güzel pijamalarımı giymek istesem, o güzel olanlar asla sıcak tutmuyorlar. Anladınız sanırım resmi yaklaşık olarak.

Ne güzel ağlamayı bilirim, ne de güzel hasta olmayı. Hani bazı insanlar grip olduklarında falan, huzurlu bir şekilde yatarlar yataklarında. Ciltleri bembeyaz olmuştur ama yanaklarında ateşten dolayı biraz kırmızılık. Yok ben de öyle şeyler. Gözlerim tavşan gözleri gibi, dudaklarım kupkuru falan. O nedenle asla sevgilim gelse de çorba yapsın tarzı kızlardan olamadım.

Bütün seneyi sağ salim atlatıp final döneminde hastalanan diğer bütün bünyelere sevgilerimi yolluyorum buradan.

Son bir şey, şu ilaçların tadını hala katlanılabilir yapamadılar ya... Boğazımı rahatlatsın diye verilen boğaz spreyinden sonra iki saat o tat gitsin diye öksürüyorum. Bir de, o kadar çok ilaç kullanıyorum ki, bence yemek yemesem de olur. 7 ilaç ne lan! Günde bir tane de değil bunlar...

PS: Sonuncu fotoğraf aslında bir fotoğraf değil. Yeni bir akım başlamış scannography ( ya da scanography) diye. İnsanlar tarayıcıyı kullanarak resim (fotoğraf desem değil, resim desem değil) elde ediyorlarmış. Bunu da denemem lazım bir ara. 


PS2: Geçen ateşim çıktığında, içimden bu şarkıyı söylüyordum da... 

9 Ocak 2011 Pazar

Rainbow Cake



Makyaj yazısı, ardından şimdiki yazı. İçimde aslında cici bir kız saklıyorum ben. Sevgili femida, süper bir rainbow pastasının resmini paylaşmış. Ben de tarifini yazayım.


Öncelikle en sevdiğiniz kek tarifini alın yanınıza. Malzemeleri iki ile çarpın. Evet, kocaman bir pasta olacak bu. Karıştırmaya başlayın. Şimdi elinizde kocaman pişmemiş kek hamuru ve gıda boyalarınız var.

Kullanacağınız kek kalıbı önemli. Güzel, yuvarlak bir kap bulun. Şimdi elinizdeki o kocaman hamurun yaklaşık 1/6'sını kabınıza boşaltın. Sonra gıda boyalarınızdan birini alın. (Mor, turuncu ve yeşil yoksa karıştırarak yapın. ) Her neyse, pişme kabındaki keki renklendirin ve atın fırına. Fazla pişmesine gerek yok. Konrol etmek için batırdığınız bıçak pürüzsüz çıkana kadar pişirin yeter.

Tamam çıkarın fırından kabı. Keki de kaptan alın, ve soğumaya bırakın. Kabınızı temizleyin ve bütün renkleri tek tek pişirin.

Şimdi elinizde 6 tane ince yuvarlak ve rengarenk kekler var. Onlar soğurken, bir yerde bol bol krem şanti hazırlayın.

En alta mor keki koyun. Üstüne krem şanti. Mavi kek. Krem şanti. Evet, bence de anladınız.

Şimdi elinizde apartman gibi bir şey var ya, onun üstünü de krem şanti ile güzelce kaplayın. Ve doğruca buzdolabına.

Soğuduktan sonra rainbow kekiniz/pastanız hazır.

PS: Resimdeki gibi bir şey beklemeyin, elde edeceğiniz şey daha, umm, dağınık olacak kesinlikle. 

8 Ocak 2011 Cumartesi

Sound of the Week #1

Merinos'un ısrarları/çabaları/ricaları falan filan sonucu blog'a artık müzik ekliyorum. Aslında yazılara da ekle dedi birer müzik, hani modu versin diye ama kısmet bakalım.

Bu hafta resmi olarak taktığım bir şarkıyı koyuyorum. Dans etmeyi sevmeyen insan olarak, kendime dans edebilen bir sevgili bulup bu şarkıda dansetmek istiyor olabilirim mesela. Gerçi sevgilileri de sevmiyorum ama neyse.

Black Velvet - Alannah Myles

Şarkı Elvis için yazılmış bu arada. Bütün romantikliğim bozuldu ama olsun.

7 Ocak 2011 Cuma

Mim Hadiseleri: Makyaj + Ben

Hiç yazasım yoktu aslında. Çünkü buraya 1000'lerce kelime yazarken daha başlanmamış Çin Ekonomisi üzerine yazacağım makale bana göz kırpıyordu sağdan sağdan. Ama, pek sevgili Zat-ı Hatun ve femida mimleyivermiş beni. Yazmasam ayıp olur değil mi?

~~~~~~~~~~~~~~~~

İlk mim makyaj üzerine bir şeyler yazmamı söylüyor. Aslında benim yazmayı planladığım bir konuydu bu zaten. Ama hazır yeri gelmişken bir iki şey yazalım. 

Şimdi ben makyaj yapmayı seviyorum beni mimleyenlerin aksine ve hani ayıptır söylemesi ama sanırım makyaj malzemelerimi toplasak küçük çaplı bir servet ederler. (Evet, babama ben de acıyorum.) Birazcık aşağıda gördüğünüz malzemeler, benim en çok kullandığım malzemeler. Yani günlük makyaj malzemelerim. 


Korkmayın, ortalıkta palyaço olarak da gezmiyorum. Sadece, özellikle soğuk havada saçma sapan bir şekilde kıpkırmızı olan bir suratım var. Onu fondöten ile sakinleştirmem gerekiyor. Sonra kalıcı olsun diye hafif bir pudra. Ehh dudakların rengi gitti, onlara da renk vermek lazım. Bunlar her gün yaptığım basic işlemler ve sadece 5 dakikamı alıyorlar. Geri kalan 5 dakikam da göz makyajıma gidiyor. Eğer gün uzun olacak ise süper kalıcı bir likit eyeliner, suda çıkmayan rimel ve göz kalemi işimi görüyor. Hepsi siyah tabii. Yok bir kaç saatlik bir makyaj lazım ve üstümde renk varsa, yeşil, mor ya da mavi bir far sürüyorum. Ama tercihim her zaman siyah göz makyajından yana. Özellikle şu Arap kadınlarının nasıl yaptığı bulsam o göz makyajlarını, hep öyle gezeceğim. Sürmem varda, ben süremiyorum nedense onu. 

Gece makyajı ise tam bir eğlence benim için. Bir saatimi yiyebiliyor zaman zaman. Michelle Phan sağ olsun, yakında daha da ilginç şeyler deneyebilirim.

Makyajın sevmediğim tek kısmı sanırım temizlemesi. Tonikler, temizleyici sütleri, göz makyajı temizleyicisi, bla bla bla. Her şeyi aksatıyorum da, işin temizlik kısmına ayrı önem gösteriyorum. Yani zaten kirli cilde makyaj olmaz, değil mi? 

Makyaj güzeli miyim? Zaten güzel olup olmadığım bile tartışmalı. Ama makyajla mı çekici oluyorum? Hayır. Makyajı millet beni beğensin diye mi yapıyorum? Kesinlikle hayır. Makyaj kendim için. Kendi kendimi şımartmamın bir yolu daha sadece bence. Hani bazı kızlar vardır, normalde afrodit gibi gezerler final dönemi ise zombi gibi. Yok abi, final döneminde bile makyajımı yapıyorum ben. 10 dakika lan! 

Son bir şey, makyaj ile ilgili. Öncelikle, kesenin ağzını açacaksın. Ne yazık ki, ürünün kalitesi önemli. Kaliteli ürünler de pahalı. Bana kalsa bütün malzemelerimi M.A.C'ten alabilirim. İnanılmaz güzel bir marka, satış elemanları süper kaliteli ve o kadar da pahalı değil özellikle kampanyalarına denk gelirseniz. Shiseido ve Inglot var sırada, favori marka listemde. Renklerine tapıyorum resmen. Maybelline ve Max Factor'de kesemi fazla açamadığım zaman tercih ettiğim markalar. Dior, Versace'den falan da bir iki eşyam var ama gerçekten olmasa da olurmuş. 

~~~~~~~~~~~~~~~~~

Sıkıldınız değil mi? Tamam şimdi ikinci mime geçiş yapıyorum hemen. 

1. Yaş kaç?
21 oldum mu ben? Yok daha olmadım. 20.

2. İsmimin son harfi?
E

3. En sevdiğiniz renk? 
Sanılanın aksine siyah değil, kırmızı

4. Kilonuz kaç?
Utandığımdan falan değil ama 5 senedir tartılmadım sanırım. Ama Mika'nın Big Girl'lerinden biriyim desem mesela?

5. Boyunuz kaç ? 
Tam 1.70.

6. Kaçıncı çocuksun? 
İlk çocuğum ben. Birtanecik kardeşime gıcık abla rolü yapıyorum.

7. En sevdiğiniz şarkı? 
Don't Cry

8. Sigara kullanır mısın? 
Ahhh ahhh, şu soruya hayır demek isterdim.

9. Alkol?
Eskisi kadar değil. Bir kokteyl ile gece geçiren insanlardan oldum. (Berry'nin dediğine göre babaanne olmuşum.) İstisnalar kaideyi bozmaz bu arada.

10. Sarışın mı esmer mi? 
Doğal sarışınlar. Ama kızıllar candır.

11. Çayı fincandan mı? Bardaktan mı?
Çay alabileceğim yer yakınsa, ince belli bardak olsun. Yok uzaksa sürahi bozması fincanlarım var benim.

~~~~~~~~~~~~~~~~~

İsteyen üstüne alınsın bence. Düşünemedim insan şimdi. 

2 Ocak 2011 Pazar

Tagging System

Sabit duramıyorum ne yapabilirim. Ben de oturdum Blog'u biraz daha blog yaptım. Özellikle oturdum, şu tag (etiket sistemini) düzenledim. Böylece artık belli başlı bir kaç kategorimiz var. Listeyi, sağda görmek mümkündür. Başlıklar pek mantıklı gelmeyebilir, şimdi hepsini açıklıyorum tek tek, kısa kısa. 


Istanbul'u geziyorum gözlerim açik
Adı üstünde, İstanbul gezilerimiz var burada. Devamı gelir ümidiyle diyorum.

Kadin Kokusu

İçimdeki feminist açığa çıkmış diyorlar bazıları bu yazılarda. Haklı olabilirler.

Not So Lovely Me 
Kişiliğimden ufacık parçalar var buralarda, genelde hep kötü kısmını anlattım.

Mim
Mim olaylarına yeni girdik, devamı gelir umarım. Eğlenceli oluyor canım sıkılınca.

Procrastination as a Life Style
Bir şey yapmam lazım tam o anda. Yapmak istemiyorum. Dolayısıyla procrastination süreci başlıyor. Bu yazılar o sürecin sonucu, fazla ciddiye alınmaması lazım.

The Imaginarium of MadameRed
Sanırım en sevdiğim etiket bu. Hayal gücümün dünyasına hoş geldiniz sadece.

Oops i did it again 
Arkadaşlarımın en sevdiği bölüm burası sanırım. Durup durup saçma sapan şeyler yapıyorum ya, o saçma şeyler burada toplandı işte.

I just thought of something
Bir anda aklıma bir fikir geliyor. Ama geliştirecek vaktim yok. O yazılar burada işte. Ya da beynimden bazı düşünceleri atmam lazım. Onlarda burada.

MadameRed on the Fun
Gittiğim konserler, festivaller ve diğerlerinden anlatmaya hevesli olduklarım burada olacak.

Phantom from the Past
En nefret ettiğim kısım burası. Genelde, üstünü kapatamadığım bir olayın hortlamasıyla şekilden şekle girmemi anlattım ben burada.

The Commentaries
Hani arada böyle sakin sakin dururken bir anda bık bık diye ahkam kesmeye başlıyorum ya, işte o yazıları da buraya koydum.

I just cannot think straight
Ne desem ki, adı üstünde zaten.

* The Sound of the Shutter
Gittikçe fotoğraf konusunda bilgileniyorum. Yakında daha fazla konuşabilirim sanırım. Konuşmam da, gösterebilirim aslında.

* I am scared of the Monsters in the Dark
Kısaca beni korkutan, üzen, rahatsız eden durumlar. Yatağımın altına saklanmama sebep olan durumlar.

* Confessions of a Shopaholic

Başlığın yeterince açık olduğunu düşünüyorum yine. 


Fazla oldular sanki ama, her şeyi "Ben" ya da "Diğer" diye etiketlemekten iyidir.

1 Ocak 2011 Cumartesi

Is it a Man's World?

"Siz bu yaziyi okuyup bitirinceye kadar geçecek sürede, dünyanin çesitli yerlerinde 12 milyon kadin kocasindan, abisinden, babasindan, sevgilisinden dayak yiyecek. Bunlardan 1 milyonu, yedigi dayagin izlerini en az bir hafta bedenlerinde tasiyacak. 10 bini, o izlerden hayat boyu kurtulamayacak. Ve 120’si hayatini kaybedecek. Iyi haber; Bu rakamlar gerçek degil. Ben uydurdum. Kötü haber; Bu rakamlar çok daha yüksek olabilir. Çünkü, aile içi siddette çogu kez, kol degil kafa bile kirilsa, yen içinde kaliyor. Çünkü, bu öylesine büyük bir ayip, öylesine agir bir insanlik suçu ki; kadinlar utaniyor. Bazen kendileri için, bazen kendilerini dövenler için. Oysa utanmamaliyiz, saklamamaliyiz. Desifre etmeliyiz, teshir etmeliyiz."

Hürriyet gazetesi yeni yılın ilk günü için ilginç bir ek çıkarmış. "Zordur Kadın Olmak" adlı. Bir çok ünlü erkeği kamera karşısına almışlar, 'kadın rollerinde' ve ya kadınların karşılaştığı zor durumlarda. Erkekler kadınların ayakkabılarında kısaca. Tüm galeri ve yazılar için: [Link]

Emre Altuğ - Şarkıcı
"Almanya ve Isveç’te dogum sonrasi ücretli izin süresi 47, Norveç’te 44, Yunanistan’da 34 hafta. Türkiye’de ise bu süre sadece 16 hafta. Bebegin bir yil anne sütü emmesi tavsiye edilse de, anneler dört aylik bebegini evde birakip ise dönmek zorunda kaliyor. Birçok isyeri sahibi ise süt izni kullanimini neredeyse yok sayiyor."

Kadın-erkek eşitliği var diyorsunuz. Hiç erkekler, doğum izni diye yaygara koparıyorlar mı ortalıkta? Hayır. Bu kadınlar ellerinin hamurlarıyla erkek işine karışmışlar sonra bir de tolerans bekliyorlar bizden. It's a man's world, baby!


Furkan Kızılay - Oyuncu
Türkiye’deki her üç evlilikten biri zorla ya da erken evlilik. Bazi yörelerde evlilik yasi 12’ye kadar iniyor.

Ağaç yaşken eğilirmiş. Hem 40 yaşındaki hatun nasıl bana erkek futbolu oluşturacak sayıda çocuk verecek?


Gürsel Tekin - Politikacı
Kadinlarin yüzde 41.9’u siddet görüyor ve yüzde 48’i bunu kimseye söyleyemiyor. Çalisan kadinlarin yüzde 44.1’i, çalismayan kadinlarin 41.1’i siddet magduru. En az bir kez hamile kalmis her 10 kadindan biri gebeligi sirasinda dayak yiyor.

Kızını dövmeyen dizini dövermiş, biz babamızdan öyle gördük.


Kerem Tunçeri - Basketbolcu
Türkiye’de 21 milyon sürücünün dört milyona yakini kadin. ‘Trafikte taciz öldürüyordu’, ‘Trafikte taciz korkusu’ basliklari, gazetelerin üçüncü sayfalarinin değişmezi. Anketlere göre bir kadin sürücü, hayati boyunca en az bes kez trafikte ciddi manada tacize uğruyor.

Eğer, kadınlar erkeklerin yoluna çıkacak kadar salaklarsa bu onların suçu.

Mehmet Turgut - Fotoğrafçı
2006 yilinda yapilan arastirmaya göre 2000-2005 yillari arasinda bin 190 genç kiz ve kadin töre cinayetine kurban gitti. Her yil yaklasik 200’ü askin kadinimiz töre cinayetine kurban gidiyor. Aile tarafindan öldürülmeyen ama kendini öldürmeye zorlanan vakalar ise kayitlara töre cinayeti degil intihar olarak geçiyor.

Hem ailemizin şerefine leke sürüyorlar, hem de bizi katil ediyorlar. İntihar etmeleri herkes için en iyisi.


Murat Dalkılıç - Şarkıcı
Reklam kampanyalarinda estetige gönderme yapmak için kullanilan ana tema genellikle kadin. Kadin estetiginin kullanilma siniri ile meta olarak kullanilma siniri arasindaki biçak sirti denge çogu zaman tartisma konusu.

En azından reklamlara baktığımızda iki güzel yüz görmek istiyorsak, suç mu bu şimdi?


Uzm. Dr. Nuri Soysal - Plastik Cerrah
Modern dünyada kadinin yaslanma ve çirkinlesme hakki yok. Güzellik çogu zaman lanet gibi kadinlarin pesinde. Bazi akademisyenler, kadinin güzel olma zorunlulugunu ‘örtülü terör’ olarak adlandiriyor.

Kadınları yanımızda zekaları yüzünden taşımıyoruz ya, tabii ki güzel olacaklar.


Jost Lagendijk - Politikaci
Bazen bir sokak kösesi, bazen bir otobüs, bazen bir isyeri; Kadinlarin hepsi, hayatinda en az bir kez mutlaka tacize uğruyor. Çogu bunu her gün yasiyor. Buna ragmen, sadece çok küçük bir bölümü sikayetçi oluyor. Çünkü, ülkemizde tacize ugrayan kadinin kuyruk salladigi fikri hakim oldugu için, sikayetçi olan kadin da yetkililerin tacizine uğrayabiliyor.

Bak büyüklerimiz ne güzel söylemiş: Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.


Nuri Alço - Oyuncu
Türkiye’de her dört saatte bir tecavüz veya tecavüze yeltenme suçu isleniyor. Tecavüzcülerin yüzde 99’u erkek. Yüzde 30’u evli ve düzenli bir cinsel hayata sahip. Tecavüzlerin yüzde 50’si planlı.

Fatmagül gibi dizilerle tahrik ediyorlar hep bizi. Bizim suçumuz ne?

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Kadın olmak daha mı zor ne?

PS: İtalik kısımlar, Hürriyet'in çıkardığı ekten alıntıdır. Yani bu yazı sadece derleme gibi bir şey oldu.

Gitmeden bunlara da bir bak