I am not Alone

31 Ağustos 2010 Salı

Tweeting~!

Facebook, blog, twitter derken, her biri ayrı bir dünya oldu kendine özgü kurallarıyla. Facebook hakkında; news feed'den insanları kaldırabilip, yeni privacy ayarlarıyla her şeyi kimin göreceğini kontrol edebilip ve application'ları bloklayabildiğimizden dolayı yazmak saçma. Beğenmiyorsan kurtul.

Bloglar hakkında yazmak haddime değil. Adam akıllı okuduğum bloglar 10'u geçmez.

Ama twitter, bak işte bunun hakkında yazarım. 140 karakterlik paylaşımlardan oluşan hayatlar.

İnternetin en güzel yanı: Beğenmiyorsan kapat. (Mesela inci sözlük kendi halinde takılırken, hiç ses ettim mi? Ne zaman engelleyemediğim bir şekilde bana dokunmaya başladı ben o zaman kıl oldum. Senelerden beri 4chan var, dünyanın en yozlaşmış sitesi. Kimseye dokunduğu yok ama.) Yani özetlersem, internette bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığıyla hareket etmenin bir zararı yok bence.

İlk duyulmaya başladığında bir twitter almıştım kendime ama şifresini, nick'ini falan unuttum kayboldu kısacası. Bir kaç ay önce bir tane daha alıp, aktif bir şekilde kullanmaya başladım. Maksat arkadaşlarımla geyik döndürmekti. Sonra işte öyle ya da böyle, insanlar gelmeye başladılar. Sonra ben arkadaşlarımdan başka insanları da takip etmeye başladım.

İşte insanları inceleye inceleye de sevmediğim bir kaç profil gördüm twitter'da.

En çok sinirimi bozan klavye delikanlıları kesinlikle: Kendini bir tür ideal insan ya da her konuda uzman olarak görüp ota boka laf atan embesiller. Özellikle bunların bir alt türü var ki, kendilerini kadınlar konusunda uzman sayıyorlar. Hatun dediğin şöyle olmalı, yok öyle olmamalı. Bunlar direkt unfollow'luk. Adamların salaklık seviyesine sinirlenip duracağına unfollow yap gitsin.

Sonra yaralı kuşlar var. Bana Küçük Emrah'ı andıran, yaralı acılı kuşlar. İçinizdeki sanatçıyı açığa çıkarın lafını motto olarak alıp, 140 karakter üzerinden edebiyat yapıyor bunlar. Ama söyledikleri birbirine o kadar çok benziyor ki, sanırım bir yerlerde yaralı kuşlar 101 dersi veriliyor bu adamlara. "Duanla mı yaşadım ki, bedduanla öleyim?"

Ahh follower maymunları var bir yerlerde. Bak ne demiş twitter'dan sevgili bir insan: "Maymundan mı geliyoruz bilmiyorum ama şu twitter'da gördüklerimden sonra maymuna gittiğimiz kesin. Follower için yapılan maymunluklara bak." Bunlar her yeni follower'da egosu şişen, her giden insanla çöken gururunu acı tweet'ler arkasına saklayan bir insan topluluğu.

Ahh sonra, twitter'ı ne-nerde-nasıl-ne zaman oyununu oynamak için kullananlar var ya, anlatamadık bir türlü yemekte ne yedikleriyle ilgilenmediğimizi. Hani yediğin havyardan salyangoz çıksın yaz anlarım. Ya da dünyanın en güzel makarnasını yemişsindir, paylaş bizimle biz de gidelim. Ama kime ne Midpoint'te yenen sıradan bir yemekten.

Hmm twitter kavgaları. Hani twitter'ın kendi ünlüleri var ya. İşte onları çekemeyen bir de gerçek ünlüler topluluğu var. Uzatmamak lazım komik oluyor işte, dalaşınca bunlar.

Ünlüler demişken onları takip etmek bazen hayal kırıklığı yaratabiliyor. Fazıl Say'ın karizmasının nasıl dağıldığını bir çoğumuz yakından takip ettik.

Ayrıca Twitter'a sayıp sövmek için neden twitter'ı kullanır ki bir insan? Bir de özellikle klişeleri eleştiren insanlar, ne zaman artık kendilerinin de bir adet klişe olduğunu anlayacaklar?

Peki ben hangi grubum?

Gitmeden önce bir buna bir de şuna göz atın. Anlaşılan %35 oranında twitter addict'mişim. Facebook ise %57 çıktı. İyi sandığım kadar da kötü değilmişim...

24 Ağustos 2010 Salı

Dipnot

Ben şimdi biraz(!) mutsuz oldum. Bir kaç gün boyunca yaptıklarımdan sorumlu değilim. Yani zorlamayın beni modu birazcık. Moralim düzelince görüşürüz.

Bari yaz okulunun bittiğine sevinseydim adam gibi be!

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Feeling Pretty~!

Her dışarı çıkarken annem durdurur ve sorar: "Bu kadar süslenmek niye? Kimle buluşacaksın?"

Cevabım hep aynı olur, zaten kalkmaya hazır olan sağ kaşım kavislenir, gözlerimi deviririm, nefes alır veririm ve bitkin bir sesle: "Ne zaman bir başkası için giyindim ki ben?"


Çocukken neredeyse bütün kızlar bir kaç kez saldırmıştır annelerinin dolabına. Ben o konuda pek şanslı değildim çünkü ben kızlığımın farkına vardığımda hatun da rahatlığın farkına varıp bütün süslü kıyafetlerinden kurtulmuştu. Zaten makyaj yapmayı da pek sevmezdi. Takılar desen, bir çocuğun hayal gücü için fazla yetersiz.

Gizli gizli parlatıcı falan alırdım harçlığımdan kalanlarla. Nedense kızacaklar diye düşünürdüm. En önce parlatıcılara aşık oldum. Sonra göz kalemlerine. Farlardan hoşlanmazdım pek, her tarafım sim içinde kalıyordu.

Ergenliği atlatınca, teyzelerim, annem ve etrafımdaki diğer kadınlar sayesinde asıl öğrendim makyaj yapmayı kendimi palyaçoya benzetmeden. Hala hata yapıyorum ara sıra ama öğrendim sayılır işte.

Herneyse işte, küçüklüğümden beri sevdim evde kimse yokken kendimi süslemeyi. Başkası görsün diye değil. Ben güzel olduğumu biliyim o an ben mutlu olayım diye. Bazen altı üstü Alpu'lara gitmek için 1 saat evden çıkamadığım olur. Günümde değilimdir ve beğenememişimdir bir kıyafet. Umrumda olmaz onların beni her daim güzel bulacak olmaları. Ben kendimi güzel hissetmiyorsam o an çıkmam evden dışarı.

Bugün de öyle günlerden biri işte. Bütün gün evdeyim, malum yarın iki tane finalim var. Ben ise yazın dışarıda çok açılıyor diye giyemediğim loli elbisemle oturuyorum. Şu an üzerimde belki bir daha uğraşsam yapamayacağım kadar güzel bir makyaj var. Hazırlanmam neredeyse iki saatimi aldı ve ne için? Sadece kendimi şık hissetmek için bugün.

Bazılarına göre özgüvensizliği gizleme yoluymuş gibi geliyormuş makyaj ve kıyafetler ardına saklanmak. Yanlış! En azından benim için. Özgüvenle alakalı bir şey değil bu. Kendini şımartmanın, parlatmanın ve süslemenin ne zararı var? Evin dekorasyonunda değişikler yapmak yerine, kendini süslemek gibi bir şey bu.

Biliyorum anlayan insanlar var.

Gerçi makyajın yeri biraz daha farklı. Küçükken birisinden duydum ya da bir yerde okudum: "Eğer gerçek bir hanımefendiysen, yüzünde makyaj varken ağlamazsın." Sanırım şu ana kadar hiç ağlamadım yüzümde makyaj varken. Terden aktı makyajım, ya da üzerime fırlatılan bir şişe sudan, ya da yanlışlıkla gözlerimi ovalamaktan. Ama ağlamaktan hiç akmadı. Koruma mekanizması oldu resmen.

Bu arada kıyafetler için tam tersi de doğru. Eğer o gün havamda değilsem, hiç bir güç güzelleştiremez beni. Olmuyor, kesinlikle yakıştığını bildiğim kıyafetimi de giysem, süper bir makyaj da yapsam tutmuyor bazı günler. Orada bırakırım işi, ve rahat ettiğim bir şeyler giyerim en azından.

Şimdi kardeşim gelmeden şu kırmızı rujumu sileyim de bari, zavallım ablası eve garip garip insanlar atıyor sanmasın.

22 Ağustos 2010 Pazar

Maksat Procrastination


Birisi bana neden yaz okuluna kaldığımı hatırlatsın! Yeter, istemiyorum ders çalışmak özellikle millet orada burada eğlenirken. İnsanlar akşamki buluşmalarına hazırlanıyorlar ben ise finallere. Olmaz. Haksızlık. Yazık.

Ve gördüğünüz gibi konsantrasyon 0. Hayır, bir saatliğine kafamı verebilsem sorun kalmayacak halledeceğim ama yok olmuyor işte. Şu an temizlik yapmak bile daha ilgi çekici ve heyecanlı geliyor.

Yurdun gözünü seveyim be ya. Orada en azından ders çalışmaktan benim gibi daralan bir sürü insan aynı anda mola verip aynı anda bir gazla devam edebiliyorduk derslere.

Özledim.

Özledim ve özlemeye devam da edeceğim. Israrlı çabalarımın da etkisiyle, mükemmel bir yurt hayatının içine sıçtık hep beraber gibi sanki. Korkuyorum açıkçası şu an gelecek okul döneminden. Fazla belirsiz benim için. Ne beklemem gerekiyor, nasıl davranmam gerekiyor. Hepsi muallak.

Ve evet, ders çalışmak ruh halimin içine ediyor kesinlikle. O nedenle saçmalıyor da olabilirim yani. Maksat procrastination zaten~!


20 Ağustos 2010 Cuma

This time in English

Madame Red welcomes you, this time in English.

Since i have some regular readers, they should know that, i am at least trying to use a proper language. Sometimes it is hard for me to express what i want to say in my own language. Basically because i have been using it less and less. I am not gonna say that my English is perfect, though, which would be a big fat lie anyway.

But i know both languages well enough to write or read easily. This is exactly, why i say that Turkish is sometimes insufficient while trying to express my ideas. Also, i am not suggesting that English is better. Can you really compare two languages anyway?

If i think that the existing language is not enough to express my idea, why not try to expand it? Just take a look at how some words made up.

And seriously, in this era, is it possible to talk about a 100% pure language?

And why this is in English? First take a look at the comments in the previous entry. I was either gonna use weird Turkish or English. English sounded better.

One thing for sure, i am still a child who gets pissed off quite easily. And secondly, i strongly despise know-it-alls, especially when they lack the information they need. And lastly, did i make any spelling mistake?

19 Ağustos 2010 Perşembe

Alışverişkolik

Eveeet, hala kızılım, kırmızıyım. Gerçi saçlarım kırmızı olmasa bile ben hala Kırmızışın olacağım orası ayrı konu. Yine boyatamadım saçımı. Gittim fön çektirdim anca bu nemli havada ne b*kuma yaradıysa artık.

Tehlikeli zamanlar bir değişiklik yapmak isteyip de yapamadığım zamanlar. Saçma sapan şeyler oluyor genelde benden kaynaklanan.

Bu sefer sağ olsun annecik sayesinde kriz engellendi. Alışveriş~!


Seviyorum alışverişi. Benim için önemli bir aktivite. Mağazaları, onların o düzenli havalarını seviyorum. Satış elemanlarının düzgün davranışlarını seviyorum. Anlayacağınız gibi pek pazar insanı değilim. Alışveriş
merkezlerini severim. Öyle alışverişe salaş kıyafetlerle çıkmam, düzgün giyinirim.

Kaliteli hizmet beklerim mesela. Öyle kıl bir müşteri değilimdir ama yavşak satış elemanına da gelemem.

10 saat düşünmem mesela bir ürün üzerinde, beğenirim ve alırım. Fiyatı beni aşan şeylere zaten bakmam, içimde kalsın, üzüleyim istemem. Eğer eve gittiğimde bir ürün takılmış ise aklıma gider ve alırım sonra onu.

İndirimleri severim ama indirimde diye saçma sapan şeyler almam pek. Ama bulunsun diye aldığım şeyler vardır. İndirimi severim ama indirim yüzünden pazara dönüşen mağazaları sevmem.

Tek başıma çıkmak isterim alışverişe. Daha bulamadım iyi bir alışveriş arkadaşı kendime. Ama başkasına yardım etmeyi severim.

"Bana göre bir şey yok." lafına inanmam. Yeterince bakmamışsındır. Ayrıca askıda güzel duran şey üstünde de güzel duracak diye bir kanun yok ve bazı şeyler askıda çapulcu kıyafeti gibi dururken, üstünde mükemmel durabilir.

Alışveriş yaptığım yerlerde sülalesiyle birlikte gelen Arap'ları sevmem. Çocukları da sevmem ayak altında koşuşturan.

Alışverişten sonra güzel bir şey içip bir dilim pasta yemeyi severim. Ardından bir sigara.

Eve gelip aldıklarımı tek tek poşetten çıkarıp bakmayı severim yeniden. Sonra tek tek etiketlerini sökmek isterim. Sonra plan yaparım en yakın zamanda nasıl giyerim diye.

Güzel poşetleri, kutuları severim.

Şu an evde dolabıma sığamayacak kadar çok kıyafetim var. Hepsini seviyorum ve hiçbirinden vazgeçemiyorum. Bir gün evimin bir odasını kıyafetlerime ayırmak isterim. Zaten iki oda yeter
bana. Yatak odası ve süslenme odası.

Ve evet ben bir alışverişkoliğim.

PS: Aaaa 50 kişi olmuşuz neredeyse :) Hoşgeldiniz~!

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Boyatsam mı?

Saçlarımdan sıkıldım. Kestirmek istemiyorum boyatsam mı acaba? Ama hangi renge?

Ne zaman saçlarımı değişik bir renge boyatmayı düşünsem hep bu sorun çıkıyor karşıma kırmızı değilse hangi renk?

Ve yine cevap bulamadığım için yine vazgeçiyorum.

Belki tatilden dönünce, saçımın rengi iyice açılacağından bir değişiklik yapabilirim. Sarı mı yapsam acaba? :P

12 Ağustos 2010 Perşembe

Vapur Manzaraları

Yaz okulu bitmek üzere. Bana kazandırdığı en büyük şey düzenli bir uyku saatiydi aman ne güzel! İkincisi ise çeşitli toplu taşıma araçlarını sıklıkla kullanmak zorunda kaldım. Şimdi gelelim toplu taşıma araçları muhabbetlerine:

Ter, sıkışık, sıcak yazmaya gerek yok, Onlar hepimizin bilinen sorunu zaten. AKP kömür yerine bir senelik deodorant dağıtsa daha çok minnettar olurum.

Vaktim var, bekliyorum en rahat otobüs/minibüsü. Zaten Beşiktaş'a geçmek için vapur kullanıyorum... Yazı burnuma en az zarar verecek şekilde atlatmaya çalışıyorum.

Vapuru oldum olası sevdim, fazla şiirsel, entel bir havası vardır hep benim için. Ahh sigara yasağına lanet okuyorum her vapurda artık. Her gün vapuru kullanınca bir şey fark ettim, en az 1 insan gurubu fotoğraf çekmeye çalışıyor her seferinde. Yok be profesyonel kamera da değil bildiğin cep telefonu kamerası işte. Sonra o fotoğraflar süsleniyor püsleniyor karşımıza "apaçi" fotoğrafları olarak çıkıyor. Adamların verdiği pozlara hasta oluyorum yalnız, yaratıcılık sınır tanımıyor.

İkinci bir fotoğraf çeken grup ta var. Teyzeler ve yanlarındaki genç insanlar. Bunlar fotoğraf çekmeye çalışırken gülmekten çok küfrediyorum. Çünkü adı üstünde teyze, bütün vapurun balkonunun kendisine ait olduğunu sanarak bir sağa bir sola giderek uygun yer aramaktadır kendine. Beğendikten sonra işler daha da acılaşıyor. Çünkü bu sefer yanındaki insan kalabalığı hoop teyzenin dediği yeri işgal ediyor ve kimleri rahatsız ettiklerine bakmadan salak salak sırıtarak poz vermeye çalışıyorlar. İtiraf ediyorum, bir kaç aile fotoğrafında orta parmağımı görebilirsiniz~!

Sonra telefonla konuşan amcalar var. Ahh be adam, öğrenemedin mi bunca sene hala gerek olmadığını o kadar bağırmanın. Dağdan dala konuşmuyorsun. Hayatları hakkındaki bütün dedikoduları öğrendim resmen amcaların. Mesela bir amcanın, Mehmet adlı bir torunu varmış işte evlenecekmiş, gün almışlar nikah için ama düğün salonu bulamamışlar.

Sonra turistler var ki onlar ayrı mesele. Ya "How to Become a Tourist 101" diye bir ders var da ben mi bilmiyorum. Orada mı söylüyorlar size yabancı bir ülkedeyseniz kendi aranızda bağıra çağıra konuşup insanları rahatsız etmenin normal olduğunu? Hayır, egzantrik bir dil konuşsanız anlayacağım da İngilizce ile yapmayın bari! :)

İkinci grup bir turistler daha var ki çok özeniyorum bu gruba. Ellerinde haritaları olan ve kafalarına göre belli bir plan olmadan bir yere gitmeyi planlayan turistler. Eğer bana yol sormazsanız sizi daha çok seveceğim gerçi. bilmiyorum kardeşim yolları. Üstüne üstlük yol tarif etmeyi de bilmem. Gereksiz diye öğrenmemişim yol tarif etmeye yarayan kelimeleri, unutuyorum sürekli.

Bunlar genel tiplerdi ya, şimdi bir de ilginç olaylar var:

İlki bir avukat. Böyle uzun saçlı, 30'larında takım elbiseli hoş bir adam. Tam karşıma oturmuş. Ben o sırada çoktan elfler falan derken kopmuşum dünyadan. Sonra bir teyzenin fotoğraf çekmek isterken ayağımı ezmesiyle döndüm dünyaya yeniden. Sonra dedim ben bu konuya bir blog yazısında değinirim, ama unutkan insanım kesin unutacağım. Bari not alıyım dedim. O sırada karşımdaki avukat işe el attı. İşte insanın aklına gelmiş fikirleri hemen not alması lazımmış, sonra kendisi işte sürekli not defteri taşıyormuş mesela. Yaptığım şey benim ve kariyerim için aşırı yararlıymış da falan filan. Herif nefes almadan konuşuyordu. Hani o sırada alt yazı olarak WTF!? geçiyor benden... Sonra benden aldığı hmm, zoraki bir gülümseme ve kafa sallama gibi tepkilerle gaza gelen adam başladı hayatını anlatmaya. Avukatmış iş gezisinden dönüyormuş. Sonra sustu. Sessiz sevinç çığlıklarım adamın uzattığı not tarafından kesildi. Herif yazmış mail adresini, adını soyadını, numarasını bana uzatıyor. İkinci bir WTF!? anı adamın yavşak gülümsemesi ile belki bir avukata ihtiyacın olur demesinin ardından göz kırpmasıyla son buldu.

Yine vapurdayım. Tam balkonun en ucunda müthiş tatlı bir çocuk var. Hani seyretmeye doyamadıklarından. Güzele bakmak sevaptır dediler, ben de kırmadım atalarımı çocuğu seyrediyorum. Çocuk ısrarlı bakışlarıma dayanamadı ve göz göze geldik. Şimdi yapılacak iki şey vardı: Ya gözlerimi kaçırıp başka bir tarafa bakmaya çalışarak durumu kurtaracağım ya da pişkin pişkin bakmaya devam edeceğim. Hangi deli ısırdı bilmiyorum ama pişkin pişkin bakmaya devam ettim. Hemen duruşu düzeltelim, tek kaş zaten hep havada çok bilmiş bir havalarda. Bakışıyoruz çocukla Beşiktaş'a kadar. Yanında bir arkadaşı var arada sırada kopuyorlar falan... Ama çok tatlı bir gülmesi var ya. Sonra Beşiktaş'a yanaştık. Tabakhaneye yetişmesi gerekenler ayak altından temizlenince, ben de yavaş yavaş kalktım yerimden. Bu hala oturuyor. Sonra tam merdivenlerde yakaladı, numaramı istedi. Vermedim ama onunkini aldım durumu kurtarmak için. Adı da Deniz'miş. Ancak cesaretim karaya ayak basana kadarmış. Kalabalık içerisinden yapılan başarılı bir slalom ile Deniz'in kıyısından uzaklaştım. Numarası da kaydetmeden silindi.

Bir iki ilginç olay daha vardı, hatta not bil almıştım ama kim bilir nerede o notlar... Unuttum işte.

10 Ağustos 2010 Salı

Yaşlandım mı ben?

Yaşlanmışım be azizim ben... Yoruyor artık gece çıkmak...
Bir yere dans etmeye gittiğimizde hiç bir zaman en güzel dans eden ben olmadım. En komik de ben değildim. Mekandaki en alımlı ya da güzel insan olmaya çalışmadan vazgeçtim. Ben sadece en içten eğlenen insanlardan oldum hep... Her bir gece, unutulmamacasına aklımda. Sonu kötü bitenler, hiç olmaması gerekenler ve hayatımın en güzel geceleri...

Rutin belliydi: Git ve ucuz içki bul, sarhoş ol, dans etmeye git. 3 aşamalı kolay bir plan. Zaten sarhoş bir bünyem var, içmesem bile sarhoş oluyorum tam anlamıyla. O nedenle fıçı gibi içerdim, sarhoşluk üst sınırına ulaşmama uzak mesafeler olduğu için. Tam çakırkeyif kafa ayarı yani. Hayata, benim durumumda, kırmızı gözlüklerle bakmak. Sadece ben ve grubumdaki insanlar olurdu. Doya doya eğlenirdik. Sonsuz bir enerji. Tam yeter artık dediğimiz anda en sevdiğimiz şarkının çalmasıyla bir anda üstümüze gökten enerji yağardı sanki. Böyle gecelerde umursamazdın yanındaki güzel kızları, çocukları... Ben ve biz var olurduk sadece kocaman balık istifi mekanda.

Peki şu an durum ne? Sarhoş olamıyorum. Çünkü canım içmek istemiyor. İçkiden soğudum, eğlenmek için içkiye gerek olmadığını düşünen burnu kalkıklar sınıfına girdim. Artık sakin sakin eğlenen grubun bir parçasıyım. Bir yandan potansiyel güzel insanları gözetliyoruz bir yandan da o delicesine eğlenen, diğer insanlardan farklı bir dünyada yaşayan o kalabalık gruba gıpta ediyoruz. Kendimi piste atmaktansa, sakin sakin içkimi yudumlamak istiyorum. Hatta yeter artık hadi açık hava bir yerde oturup kahve/çay içelim diyen insan oldum.

Sen söyle, ruhum mu yaşlanmış benim be?

5 Ağustos 2010 Perşembe

Duygusal Ergen

İnsanın kardeşi olması zor be. Hele erkek ergen bir kardeşin varsa daha da zor. Hahaha! Eminim başlığa bakınca başka bir yazı düşündünüz!

Bütün okul dönemi eve olabildiğince seyrek uğrayınca anlamamışım da, bebeğim olmuş kocaman ergen. (Duygusal ergenin emolar üzerinde harcandığını söylemiş miydim daha önce? Kesinlikle emo olmayan ergenler için de kullanılmalı.)

Kendimi resmen ablalık içgüdülerimle savaşırken buluyorum. Bir yandan onun için neyin iyi olduğunu görebiliyorum. Ama bir yandan yapmak istediklerinin onun için iyi olacak şeyler olmadığını da biliyorum. Korumacı abla ile işbirlikçi abla arasında kararsız kalıyorum resmen.

Keşke güvenebilsem kendi yolunu bulacağına...

İşte aslında tam bu nedenlerle çocuk sahibi olmak istemiyorum. O kadar emek harcayacağım, yatırım yapacağım çocuğun üstüne sonra gidecek serseri olacak başıma. Cık. Yok öyle bir dünya. Zaten anne-babalığın kan bağıyla oluştuğunu sanmıyorum. Bence tamamen işe yaramaz çocuklarını sevmek için zavallı ailelerin uydurduğu bir yalan kan bağından doğan sevgi.

İşte bu da öyle bir yazı oldu. Gece gece biraz kafamı boşaltmam gerekti de...

Harry Potter okudun mu sen?

Çok merak ediyorum bu matematik asistanlarını özellikle mi seçiyorlar?

Okulda bin bir tane dersin asistanı var, ama maşallah en ilginçleri matematik bölümünde toplanmış. Yaz dönemindekiler ayrı bir garip.

Şimdi bildiğin Snape kılıklı bir asistanım var. Ama hani yetişkin Snape değil, bildiğin ergen bir Snape benzeri.

Hmm, sanki sinirliymişim gibi yazdım ama aslında değilim derse uğramaya karar verdiğim çarşamba günleri sayesinde birazcık eğleniyorum akşamın bir yarısı. Aslında anlatmak istediğim sadece minik bir konuşmaydı:

(Dersten erkenden kopan ben, uyumamak için açtım kitap okumaya başladım asistan soruların çözümünü gereğinden fazla uzatınca. Evet, bizim recitation'da da var o sürekli soru soran ve cevabı anlamayan tiplerden. Her neyse asistan ara vermeyi akıl edince yanıma geldi ve: )

Asistan: Çok biliyorsun herhalde, konuları ki, kitap okuyorsun.
Ben: Ehh işte...
(Asistan bir tur atar ve geri gelir...)
A: Ne okuyorsun?
(Kitabın kapağını yüzümde zoraki bir gülümsemeyle gösteririm.)
A: Hmm çok satanlardan mı?
B: Hayır?.. (O an yüzüm gerçekten O_o şeklini almış olabilir. )
A: Türü ne?
B: Fantastik
(Daha fazla konuşmasın diye kitabı okumaya devam etmeye çalıştım işe yaramadı.)
A: Nereden buluyorsun bu kitapları?
B: Kitapçıdan?..
(Asistan baktı muhabbet yürümüyor uzaklaştı, bir tur daha attı ve geri geldi. )
A: Peki sen Harry Potter'ı okudun mu?
B: .... (Hani gülmeyi gizlemek için gizli bir öksürük olur ya ondan koy buraya işte. )
(Asistan Harry Potter ile ilgili bir iki şey daha geveler ve gider. )

Yazınca çok komik gelmiyormuş bu konuşma onu anladım ama söylemek istediğim şey değişmedi sonuçta: fantastik kitap demek Harry Potter demek değildir be!

PS: Blog'un yeni düzeni/renkleri hakkındaki eleştirileri duyalım bakalım! : )

1 Ağustos 2010 Pazar

Ne siteymiş be!

Evet, bir önceki yazım sağ olsun başıma biraz bela aldım. Yazdığımdan beri insanlarla tartışıyoruz. O kadar komik ki durum resmen sen ben tartışmasına döndü olay. Sadece gelen tepkilerden bir örnek vereceğim ki anlayın ne hale geldi diye;

"tmm sen inciye laf ediyon da biz senin fb oyunlarına laf ediyormuyuz hiç?" (alıntı yaptım msn'den)

Ya ben mi yanlış yazdım, yazarken bir yerde anlam kargaşası mı oldu anlamadım. Ben kimsenin kendi sınırları içerisinde yediği haltlara laf etmiyorum. Çünkü bana dokunmuyor ucu. Ama inci'deki sorun benim kullanım alanımı da zehirlemesi. Sonra da bu rahatsız edici hareketlerini başarıymış gibi etrafa sunması, ve aynı davranış üzerinden kendine eğlence yaratması sinir olduğum nokta.

Hayır ikinci anlamadığım nokta, ne zaman ya inci geyiklerine katılırsın ya da dışlanırsın gibi bir durum oluştuğu etrafımda. Hani çok salladığımdan değil, bana inci düşmanı arkadaşlarım yetiyor ama merak ettim sadece.

Herneyse, ekşi sözlük'teki yazarlardan biri benden güzel özetlemiş demek istediklerimi. Ben biraz sinirliyim biraz da şaşkınım kafamı toparlayamıyorum. Adam toparlamış işte, bunu okuyun bakalım~!


Gitmeden bunlara da bir bak